SON DAKİKA

Kanunların Ruhu Üzerine ve Montesquieu

Almanya savaşı kaybedince, Bernard Adenaur yıkıntılar arasında şöyle der: "Umarım bir daha İSA bile gelse, tüm yetkiyi bir insana verecek kadar aptal olmayız."

Yasama yürütme ve yargının tekbir insanın iki dudağı arasında olduğu, dünyada ne kadar ülke yönetimi varsa, güç zehirlenmesi yaşayarak zaman içinde yok olup gitmiştir. Bu çok bilindik hikayeyi aslında kralda bilir ancak buna rağmen, dünyada bir cennet yaratma ve ölene kadar yarattığı bu cennette kendini izole bir yaşama hapsetme imtiyazının güvenli limanına demir atma fikrine, her zaman sadık kalmıştır…

Bugün, Montesquieu’den ve Kanunların Ruhu Üzerine kitabından bahsetmek istiyorum. Yazımı sıkılmadan sonuna kadar okursanız eğer, neden Montesquieu’yi anlatmak istediğim konusunda bana hak vereceğinizi düşünüyorum.

Montesquieu (1689-1755), Fransız hukukçu ve politik filozof.

Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. 20 yıl üzerinde çalıştığı 18. yüzyıla damgasını vuran Kanunların Ruhu  Üzerine  adlı kitabında yasama, yürütme ve yargıyı birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulamış ve "despotluk" kelimesinin yerleşmesinde önemli katkı sağlamıştır.

Bir siyaset sosyolojisi geliştiren Montesquieu, esas ününü toplum, hukuk ve yönetim tarzı konusunda gerçekleştirdiği karşılaştırmalı araştırmadan almıştır. Siyaset ve hukuk konusunda tümevarımsal ve deneysel bir yaklaşımı benimseyen filozof; olguları kaydetmek yerine anlamayı, görüngüleri konu alan karşılaştırmalı bir soruşturmayı, tarihsel gelişmenin ilkelerine ilişkin sistematik bir araştırmanın temeli yapmıştır. Siyaset konusuna, bir tarih filozofu olarak yaklaşan Montesquieu, farklı politik toplumlardaki farklı pozitif hukuk sistemlerinin çok çeşitli faktörlere, örneğin; halkın karakterine, ekonomik koşullara hatta iklime göre olduğunu söylemiştir. 

O, işte bütün bu temel koşullara "yasaların ruhu" adını vermiştir. Montesquieu bu bağlamda üç tür yönetim tarzını birbirinden ayırmış ve bu devletlere uygun düşen yönetici ilke, iklim ve topraktan söz etmiştir.  Yasaların da tabi olduğu yasalar vardır. Kısaca yasaların da bir ruhu vardır. Montesquieu'ye göre ancak yasa düzeninin egemen olduğu bir toplum güçlü olabilirdi. Bu görüş tüm aydınlanma düşünürlerinin de ortak görüşü olmuştur. Her yasa toplumsal ihtiyaçların bir ürünüdür. Bu yasalar sosyal, ekonomik ve siyasi olabilir. Montesquieu, bu faktörlerin tümüne birden yasaların ruhu adını vermiştir. Din, geçmişte yaşanan olaylar, örf ve adetler de yasaların ruhuna etkide bulunur. Yani yasaların ruhu o yasaların meydana gelmesine yol açan faktörlerin tümüdür.  

Montesquieu, döneminin diğer filozofları gibi toplumların nasıl yönetildiği ve nasıl yöneltilmesi gerektiği konusunda üç yönetim biçimini belirlemiştir:

Cumhuriyet: Yönetim yetkisi ve egemenlik halkın tamamına aitse demokratik cumhuriyetten; eğer halkın bir kısmına ait ise aristokratik cumhuriyetten söz edilir. Bu kesimin büyümesi, rejimi demokrasiye yaklaştırır. Cumhuriyetin dayanağı olan ilke erdemdir. Erdem ise yurt sevgisine, eşitliğe ve yasalara olan saygıya dayanır.  

Monarşi: Tek bir kişinin yasalarla belirlenmiş yönetimidir.

Kralın yanında yasaları koyan bir parlamento bulunur. Monarşinin temel ilkesi ise onurdur. Çünkü tarihte kralların yanında çalışmadan zengin olmak isteyen, onurlu şerefli insanları küçümseyen ve engelleyen zayıf karakterli kişiler bulunur. Kralın yasalara uymamasıyla düzen bozulur.

İstibdat (Despotizm): Tek bir kişinin keyfî yönetimidir. Burada yasalar bulunmaz. Halkın değeri yoktur. Keza halk köle ruhlu insanlar olarak görülür. 

Despotizmin temel ilkesi korku, amacı ise huzurdur. Montesquieu despotizmi büyük Doğu ülkeleri için uygun bulmuştur.

Kanunların Ruhu Üzerine kitabı 1748 tarihinde yazılmıştır ve üzerinden 277 yıl geçmesine rağmen güncelliğini korumaktadır.

Şimdi size soruyorum Türkiye, Montesquieu’nün tanımladığı yönetim türlerinden hangisini uyguluyor?

Maalesef, teğmenlerin ihraç edildiği, gazetecilerin tutuklandığı, insanların özgürce kendini ifade edemediği, toplumun ezici çoğunluğunun asgari ücret bandında hayata tutunmaya çalıştığı, mutsuz bir ülkede yaşıyoruz.

Ülkesine uzun süre hizmet etmiş olan cefakar emeklilerin asgari ücretin altında emekli maaşı aldığı ve bu maaşın evin kirasını bile karşılayamadığı bu düzeni, en iyi özetleyecek, Albert Camus sözüyle bitirmek istiyorum bu hafta ki yazımı:

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın...”