Dolar $
32.51
%0 0
Euro €
34.85
%-0.36 -0.12
Sterlin £
40.69
%-0.26 -0.1
Çeyrek Altın
4005.57
%0.33 13.19
SON DAKİKA
Son Yazıları

Ali Paşa'nın Yunanistan başarısı

02 Nis 2019

1848 senesinde Fransa ve diğer Avrupa devletlerini ateşe vermiş olan 1848 İhtilâlleri, Avrupa siyasetine etki ederek devletler arasında bir denge kuruyor ve o zamana ka¬dar oluşan kamuoyunu başka yönlere sevk ediyorlardı. Bu meselede Fransa, hiç mecbur olmadığı halde şiddetle Yunan taraftarı bir tutum ve davranış sergilemiş; aldığı bu hareket tarzı ve davranışı ile 1840 senesinde olduğu gibi diğer ülkeler tarafından terk edil¬mek tehlikesine maruz kalmıştı. Yunanistan üzerine elde edilmiş olunan bu başarı, Âli Paşa'ya büyük bir rütbe kazandırmıştı.

Devlet, en basit tanımıyla, insanoğlunun kendisini, dışarıdan gelebilecek tehlikelerden korumak, birbirlerine verebilecekleri zararları önlemek ve böylece daha güvenli ve huzurlu bir hayat yaşayabilmek amacıyla oluşturdukları bir kurum olarak tanımlanmış, insanlar adına bu kurumu temsil edenlere de “devlet adamı” denmiştir.

Böylece, “devlet adamı” kavramı kimlerin devlet adamı olabileceğinden; nasıl olmaları gerektiğine kadar tarih boyunca hep tartışılmış, tartışılmakta ve tartışılmaya da devam etmektedir. Dolayısıyla, devleti temsil edenler, tarihin bütün dönemlerinde en büyük nimetlerle ağırlanabildikleri gibi, en ağır şekilde cezalandırıldıkları ve hatta haksızlıklara uğradıkları da görülmüştür.

Gazetemiz “ANALİZ”de “Türkiye Devlet Adamları” başlığı ile paylaştığımız yazı dizisinin ilki, Fransız devlet adamlarından P. Challemel - Lacour (1827- 1896) tarafından kaleme alınmış ve Fransa’nın önemli yayın organlarından  “REVUE DES DEUX MONDES” dergisinde “Les Hommes D’etat De La Turquıe” başlığı ile 1868 yılında Paris’te yayımlanmıştır.

“İKDAM” gazetesi tarafından da  tercüme edilerek önce tefrika halinde yayımlanmış, 1909 tarihinde “Türkiye Rical-i Devleti” adıyla kitap halinde basılmış ve tarafımdan, günümüz Türkçe’sine aktarılarak sizlerle paylaşılmıştır.

İki gündür devam ettiğimiz yazımıza bugün de devam ediyoruz…

USTURYA URSOVA İÇİN DİRENİYOR

Dört sene sonra Reşit Paşa ile Fran­sa ve İngiltere'ye gidiyor ve Londra Sefareti Müsteşarlığı görevini yerine getiriyordu. 1841 senesin­de İstanbul'a dönüyor. Başkent'te bir süre   kaldıktan sonra Sadrazam İzzet Paşa, adı geçenin uhdesine Londra Sefaretini veriyor. Âli Paşa bu görevi epeyce zaman koruyordu.

Bu şekilde  siyasî bir eğitim görmenin Âli Paşa gibi zeki bir adamı ne derece pişireceği derhal anlaşılıyor. Adı geçen, Reşit Paşa gibi deha sahibi birinden ders görmüş, otuz senelik bir zaman içinde Avusturya, Fransa, İngiltere kraliyet saraylarını, resmî hükümet merkezlerini, ariz amik (eni­ne boyuna) inceleyebilmiştir. Hatta Viyana'dan Petersburg'a giderek söz konusu mahalde dört ay kal­mış olmasıyla, Rusya'nın durumu hakkında da vukufiyet kazanmıştır.

Avrupa siyasetinin bütün aşamalarını yerinde gözlemlemek ve bir gün İstanbul'da maruz kalacağı nüfuz ve etkileri kaynağında anlamak, Âli Paşa gibi bir siyaset adamı için bulunmaz bir fırsattır. Viyana Sefa­reti, Âli Paşa'nın memuriyeti döneminde yararlanılacak bir seviyede değildi.

Türkiye; gerçek çıkarlara, komşuluk bağları ile müttefiki bulunması gereken bir devlet tarafından terk edilmiş olduğuna  alınmış görünerek Rusya'ya karşı duyduğu nefretten Avusturya da bir pay çı­karıyor. Mesela, Tuna nehri üzerinde ulaşımı kolaylaştırmak bahanesiyle kal­dırılması lâzım gelen Ursova (?) kayalıklarının berhava edilmesine izin verilmesi gibi en önemsiz bir ayrıcalık için Avusturya’ya bin türlü zorluk çıkarıyordu.

ALİ PAŞA’NIN SİYASETTE VUKUFİYETİ

Fakat  o sıralarda Paris ve Londra'da genel siyasete da­ir çok meşhur ve çok önemli görüşmeler yapılıyordu. Âli Paşa ise, Şarkta İngiliz nüfuzunun galebe çalmasına gayret gösteren adamlarla, bu nüfuzu kırmaya çalışan Fransızlar arasındaki müca­deleleri seyrediyordu. Âli Paşa'nın bu derslerden pek büyük faydalar sağladığından hiç şüphe yoktur. Türkler, gençlik zekâlarını bizim gençlerimiz gibi boş lâkırtılar, kibir ve gurur ile ifsat etme­diklerinden (bozmadıklarından); zamanından evvel önemli bir araştırmacı fikre sahip olurlar.

Âli Paşa çaba ve gayretine rağmen sessiz kalmış idi. Çünkü ta çocukluğundan beri fikri, sessizce dinleyip muhakeme etmeye alışmıştı. Bir de Âli Paşa, Reşit ve Fuat Paşalar derecesinde Avrupa fikirleri­ni kabul edememiş ve herşeye rağmen bir Türk olarak kalmıştı.

1845 senesinde Sultan Abdülmecid'in nedimi Rıza Paşa sükût edip (düşüp) de Reşit Paşa ikti­dara gelince; Âli Paşa vekâleten Hariciye nezaretinde bulunuyordu. Asıl nazır Şekip Paşa, Suriye ıslaha­tına görevlendirilmiş ve Cebel-i Lübnan'da kurduğu idarî teşkilât sayesinde burasını Avrupalıların arzularından kurtarmıştı. Sonra Âli Paşa, Nezareti yeniden Reşit Paşa'ya iade etti.

Fakat bir sene son­ra asaleten hariciye nazırı oldu. Bu ilk bakanlık, Âli Paşa'nın siyasete vukufiyetini tamamiyle ortaya çıkardı. Doğrusu söylenirse bu vukuf Fransa'ya epeyce pahalı oturdu. Aşağıda açıklaya­cağımız olaylar, epeyce eski şeyler olup ortaya çıkışları sırasında sahip oldukları önemden uzak iseler de az zaman içinde siyasetin durum ve mevkiinin ne çabuk değiştiğini, bir aralık çeşitli re­kabetler ve çıkarlara binaen Türkiye'yi himaye eden Fransa'nın bu politikadan ne yüzden ayrılmış olduğunu pek güzel izah ettikleri için bilinmesi faydadan uzak değildir.

TUNUS BEYİ OLAYI

Tunus Beyi Olayı: Osmanlı nazırının sabır, tedbir ve dayanma gücüne en açık bir gösterge ve en önemli bir delildir.

Tunus İmareti (Beyliği), Osmanlı hükümetinin egemenliği altında olup Padişah tarafından atanmış bir bey tarafından yönetilen; hükümete senelik belirli bir vergi veren imti­yazlı bir eyalet idi. Tunus Beyi Paris’e gittiği vakit, bağımsız  hükümdarlara yapılan bir tören ile kabul edilmiş, bir müddet sonra da Fransa Kralının oğlu Prens du Joinville, adı geçeni resmen ziyaret etmişti.

Evvelce, Os­manlı hükümeti birikmiş olan vergilere dair Tunus Beyine bazı derecelerde izin vermiş olmakla beraber Fransız hükümeti bunu kendince bir başarı kabul ediyordu. Âli Paşa, Tunus Beyi hakkında icra edi­len hükümdarlara mahsus tören aleyhine itiraz etmiş ise de Fransa bu itirazata cevap vermemiştir. Âli Paşa da yayınlatmış olduğu aleni bir protestonamede; Bab-ı Âli’nin, İmaret (Tunus) üzerinde­ki hakimiyet hakkını şiddetli bir şekilde savunmuştu. Fransa, bu protestonameye bir cevap ve kar­şılıkta bulunamadı. Halbuki Fransa için önemsiz sayılacak bu durum, Türkiye için parlak bir başa­rı idi.

Fransız emelleri doğrultusunda cereyan etmeyen Yunan meselesi, Tunus olayından daha ziyade öneme sahip görünüyordu. 1825 senesinde hepimizi galeyana getirmiş olan Yunan muhipliği (Yunan dostluğu) he­nüz kalplerden tamamıyle çıkmamış olduğundan bir dereceye kadar zeki olmakla beraber bu asrın siyasî hayatını bir türlü hüsn-ü kabul ve telâkki edemeyen Yunanlıların kendi iddialarına ve sera-nomilerine, daha doğrusu kesip biçmelerine fazla kulak asıyorduk.

PASAPORT TALEBİ REDDEDİLİYOR

Yunanistan'ın bağımsızlığını kazanması üzerine terk-i tabiyyet etmiş ( vatandaşlıktan çıkmış) olan “reâya"(halk) dan bir çoğu, hem Osmanlı teb'ası hukukun­dan, hem de yabancıların ayrıcalıklarından faydalanmaya kalkışmışlardı. Yunanistan, bunların bu çeşit id­dialarını savunarak İstanbul sefiri Mösyö Zographo tarafından kabul edilen, gayet adilane bir düzenlemeden istinkâf eyliyor, diğer taraftan adamları vasıtasıyla Girit'i karıştıra­rak Türkiye'nin değişik bölgelerinde halkı ayaklanmaya teşvik ediyordu. Bab-ı Âli bu tertip ve tah­riklere İngiltere'nin Atina Sefiri "Sir Edmond Lyons"in girişimleri ve özellikle kendi elçisi Musurus[14] Beyin çalışmaları sayesinde bir dereceye kadar karşı koyuyordu.

Fakat diğer taraftan da Fransız taraftarları ile Rus taraftarları birbirleriyle ittifak imzalayarak Mösyö Coletti adında birini Yunan Re’si karına seçmişlerdi. Mösyö Coletti, saygı değer bir adam olmakla beraber, ahlâkî dayanaklılığa sahip bir adam değildi. Hatta eski eşkiya sergerdelerden Kara Tasso'yu adı geçen, zorla harbiye nazırı tayin ettirmişlerdi. Kara Tasso, Türkiye'ye gitmek için bir pasaport talep etmiş; Musurus, bu pasaportu vize ede­meyeceğini açıklayarak bu talebi reddetmişti.

Birkaç gün sonra Kral, baloda Türkiye sefirini görmüş ve Kara Tasso meselesindeki hareket tarzını öyle bir şekilde tasvir etmişti ki, Bab-ı Âli bunu bir ha­karet kabul etmek zorunda kalarak tarziye (özür) talebinde bulunmuş ve Musurus Beyi geri çağır­mıştı. Osmanlı hükümeti tarafından, bu konuda ciddi tedbirler alınacağı ve şiddete başvurulacağı sırada Mös­yö Coletti ölmüş; yerine tayin olunan Mösyö Glarakis istenilen tarziyeyi derhal vererek işi kapat­mıştı.

1830 İHTİLALİ VE 1848 AYAKLANMASI

1848 senesinde Fransa ve diğer Avrupa devletlerini ateşe vermiş olan 1848 İhtilâlleri, Avrupa siyasetine etki ederek devletler arasında bir denge kuruyor ve o zamana ka­dar oluşan kamuoyunu başka yönlere sevk ediyorlardı.

Bu meselede Fransa, hiç mecbur olmadığı halde şiddetle Yunan taraftarı bir tutum ve davranış sergilemiş; aldığı bu hareket tarzı ve davranışı ile 1840 senesinde olduğu gibi diğer ülkeler tarafından terk edil­mek tehlikesine maruz kalmıştı. Halbuki Yunanistan üzerine elde edilmiş olunan bu başarı, Âli Paşa'ya büyük bir rütbe kazandırmıştı.

1848 senesinde Fransa ve diğer Avrupa devletlerini ateşe vermiş olan 1848 İhtilâlleri, Avrupa siyasetine etki ederek devletler arasında bir denge kuruyor ve o zamana ka­dar oluşan kamuoyunu başka yönlere sevk ediyorlardı.  Hükümetleri yerinden yıkan, bazı devletlerin gele­ceklerini ve varlıklarını tehdit altında tutan bu gibi ihtilâl hareketleri, Türkiye'de kesinlikle bir etki yapmaz.

1830 İhtilâli, Türkiye tarafından güvenliğinin bir garantisi olarak kabul edildiği gibi 1848 ayaklanması ile Lehistan isyanı üzerine Bab-ı Âli pek ümitvar  düşünceler edinmişti. Hatta Âli Paşa'nın tavsiyesi üzerine bir sene öncesinde katolikler konusunda Papalık makamı ile akd-i itilâfa  çalışmış olan Reşit Paşa, ayaklanmalardan adeta memnun oluyor gibi görünüyordu.

Fakat bu defa Osmanlı devlet adamları ilk defa olarak aldanıyorlar ve Avrupa'daki ayaklanmaların etki­siyle ortaya çıkan bir mesele, Türkiye'de genel asayişi ihlâl ediyordu. Bilindiği üzere Tuna eyalet­leri, Rusya'nın pek kırıcı bir şekil alan himayesi ve Bab-ı Âli'nin pek zayıf olan hakimiyeti altında çok garip bir durumda bulunmaktaydılar.

EFLAK EYALETİNE MÜFETTİŞ GÖNDERİLİYOR

Osmanlı hükümeti söz konusu eyaletlere "Teşkilât" adıyla bir çeşit kanun-i esasi de vermiş ise de Rusya tarafından değişik yollarla elde edilmiş olan eyalet adamları, bu kanunu çiğnemekte hiç tereddüt göstermiyorlardı. Eflâk ahalisinin önemli bir kısmı Bab-ı Âli'ye şikâyetler yağdırma­ya başlamış ve Reşit Paşa tahkikat yapılması için Eflâk eyaletine bir müfettiş göndermişti.

Fakat Rusya'nın parmağı ile Saray adamları tarafından düzenlenen entrikalar üzerine Reşit ve Âli Paşalar düşürülmüşler ve Rusya yanlılarından oluşan vekiller heyeti, Türkiye'ye sadık kalan Eflâk ileri gelenlerini Bursa’ya sürdürmüştü. İş bununla da kalmayıp, Eflak’ta yeniden karışıklıklar baş gösteriyor ve Rus askeri “ Yaş” şehrini işgal ediyordu.

Görülen lüzum üzerine yeniden iktidara getirilen Reşit ve Âli Paşalar Eflak’ın durumunun incelenmesine Fuat Efendiyi görevlendiriyorlar. Bu görevlendirme Fuat Efendinin pek par­lak olan siyasî hayatına güzel bir başlangıç oluşturmuştur. Fuat Paşa, oldukça asil bir aileye men­suptur. Kendisi, meşhur şairlerden İzzet Molla'nın mahdumu ve Osmanlı kadınları arasında şairane yaratılışı ile ünlü Leyla Hanımın yeğenidir.

İzzet Molla vükelâ kıymetlisi, servet sahibi bir zat idi. 1828 senesinde Osmanlı hükümeti Pertev Paşa'nın savaş yanlısı tutum izlediği bir sırada; İzzet Mol­la bu hususta tedbir ve itidal ile hareket olunmasını tavsiye etmiş, bunun üzerine üzerine Padişah'ın gazabına uğ­ramış, mallarına el konularak sürgüne gönderilmiş ve sürgünde ölmüş idi.

AVRUPALILAR HAYRETTE KALDILAR

Fuat Efendi mü­kemmel bir ilköğrenim gördükten sonra henüz yeni kurulmuş ve açılmış olan Galatasaray mektebinde tababete çalışmış ( tıp eğitimi görmuş) ve diploma aldıktan sonra tersane ta­bibi olarak Trablus seferine katılmış; dönüşünde Bab-ı Âli tercüme kalemine girmişti. Fuat efendi, genç ve zeki olmakla beraber; yabancı dil, hukuk, ilm-i servet (ekonomi) öğrenmeye olan arzu ve hevesiy­le kendisini diplomasi mesleğine hazırlıyordu.

Gerçekte, bir müddet Londra sefareti başkitabetinde bulunduğu ve batı devletlerinin siyasî ter­cihlerinin Bab-ı Âli ile Mısır Hidivi arasında sallandığı bir sırada Osmanlı siyasetinin başarılı olma­sına çok hizmeti dokunuyordu. Fuat Efendi, 1843 senesinde İspanya ve Portekiz Kraliçelerine Pa­dişahın selâmını götürmek üzere görevlendirilmiş idi. Adı geçen, bu görevi sırasında zekâ, irfan, zerafet ve nezaketi ile herkesin sevgisini kazanırken; Herkes de, bilgisi, Avrupa görgüsü ve konuşma usul­lerine bu derece mükemmel bir şekilde vakıf genç bir Türke hayretlerini belirtiyorlardı.

Reşit Paşa, Fuat Efendiyi Tuna eyaletleri müfettişliğine tayin ettiği zaman adı geçen, Âmedi- i Divan- ı Hümayun makamını işgal etmekteydi.

Fuat Paşa, geniş görüşlülüğü, hızlı karar verme gibi özellikleri ile hal ve çözümde zor işlerin adamıydı.. Hatta bunun içindir ki, iktidar ehli aramaktan bıkmayan Reşit Paşa, adı geçeni himaye ederek mevki-i ikbâle çıkarmıştı. Zira Sadrazam himayesindekileri gayet iyi tanır, mevcut durumun gerektirdiği zor ve nankör işleri Fuat Paşadan başka görebilecek bir adam bulunamayacağını pekâ­lâ anlardı.

RUSLARIN İSTEDİĞİ OLDU

Ulah Prenslerinden Bibesco'nun firarı üzerine Eflâk'a gönderilen ilk müfettiş, liberaller ile anlaşarak muntazam bir hükümet kurarak ve işlerin başına Türkiye taraftarlarından görev­lendirerek asayişi sağlamaya muvaffak olmuştu. Fakat bu şekilde düzenlemeler, eyaletlerde mey­dana gelen karışıklıkların bütün sorumluluğunu Türkiye'ye atmak yolunu tutmuş olan Rusya'nın işine kesinlikle gelmiyordu. Ruslar eski teşkilâtın geçerli olmasını istemekte idiler.

Zira bu şekilde bir taraftan, Tuna Eyaletleri üzerindeki nüfuzlarına kuvvet veriyor, diğer taraftan da hiçbir engel ol­maksızın istedikleri gibi entrikalar döndürebiliyorlardı. Hatta Rusya yalnız teşkilât usulünün ( anayasal yöntemin ) iade­sini değil, Türkiye taraftarı olan ihtilâlcilerin yine Türkiye tarafından cezalandırıl­maları gibi Osmanlı haysiyetine uygun olmayan bir istekte de bulunuyordu.

Fuat Paşa, Bük­reş'e girdiği vakit libareller Bab-ı Âli’nin gizli düşüncelerine hizmet ediyoruz zannıyla biraz muhalefet ve karşı koyar gibi oldular. Müfettiş bunları kan dökülmeksizin itaat dairesine sokmakla birlikte; Türkiye'nin haysiyetini de kırmış oldu.  Zira Rusların istediği bundan başka bir şey değildi.

Gerçekte Fuat Paşanın bu davranışı, akıl ve tedbir gereğinden ise de Rusya İmparatoru da bun­dan pek memnun oldu. Mamafih adı geçen vezir, Çar tarafından kendisine bezl olunan (bol bol ve­rilen) sevgi ve iltifattan faydalanmayı unutmayarak, eyaletleri terk etmezden evvel Türkiye'ye hatı­rı sayılır hizmetlerde bulunmuştur.

İŞİ TÜRKİYE’NİN DOĞRULTUSUNDA HALLETTİ

Bab-ı Âli, Lehistan ayaklanmasının gerçek önemi  ve düşmanlarının kuvvetleri hakkında pek yanlış fikirler edinmiş ve bunda hata etmişti. Fakat ihtilâl, dört bir tarafa sirayet edince Osmanlı hü­kümeti bu isyan ve karışıklık yüzünden düşmüş olduğu ümitlerin anlamsız olduğunu görerek hatasını anladı. Bu sebepten biraz endişeye düştü. Gerçi Avusturya ve Rusya İmparator­ları yalnız Leh asilerinin iadesini taleple yetindiler ise de Rus siyasetçileri âdetleri olduğu üzere bu talebi pek haysiyetsiz bir şekilde ortaya koyduklarından Türkiye bunu kabul edemezdi.

Görüşme­ler epeyce uzamıştı. Mösyö de Titoff ile Prens Radziwil, Fuat Paşanın Eflâk'tan ayrılmış olduğunu ve Padişah tarafından Rus Çarına hitaben yazılan özel mektubu teslim etmek üzere Petersburg'a gelmek üzere bulunduğunu büyük bir öfkeyle öğrendiler.

Fuat Paşa, Saint-Petersburg’a gelir gelmez işi Türkiye'nin isteği doğrultusunda halletti. Çar, Leh mültecilerinin bulundukları vilâyetlerde hapse­dilmelerine razı oldu. Doğrusu aranırsa bu sırada bir İngiliz filosu da, Karadeniz'e harekete hazır bir şekilde Çanakkale'de demirlemiş idi.

Çar, İngiliz Filosundan kesinlikle haberdar olmadığını sonra­dan iddia etmekten geri durmamış ise de Fuat Paşa'nın Petersburg'daki kolay ve hızlı başarısına İngiliz Filosunun hayli etkili olduğu kesin görünmektedir. Her hâlde daha kesin bir şey varsa, o da siyasî dehanın Türkiye'yi bu vartadan kurtarmış olmasıdır.

Bir süre sonra Fuat Paşa, Mısır Hidivi Abbas Paşanın yanına gönderildi ve çok geçmeden Mı­sır'da Tanzimat-ı Hayriye'yi ilân ettirdi. Halbuki Hidiv bu ilânı, ilân edildiği tarihten beri bilerek ve isteyerek ilân etmemiş ve geciktirmişti. Fuat Paşa bu başarıyı elde etmek için Hidive kayd-ı hayat şartı ile o kadar ayrıcalıklar sağlattı ki, söz konusu ayrıcalıklar hemen hemen istiklâle (bağımsızlığa) yakındır. Doğ­rusu Türk siyaseti gayet şanslı görünmektedir. Başarılarından çoğu, açık yenilgilere eşit olmakla beraber, şöhret ve kamuoyunun güvenini kazanmasına pek yardım etmişlerdir. (DEVAM EDECEK)

--------------------------------------------------------


DİP NOT:

[14]  Musurus ( Kostaki ) Paşa ( 1814 – 1891 ) : Rum asıllı Osmanlı devlet adamı ve diplomattır.  Yunanistan ( 1840- 1848), Viyana (1848- 1850) ve İngiltere (1851- 1885) nezdinde orta ve büyük elçilik görevlerinde bulunmuştur. (Bekir Turgut)

Yazarın Son Yazıları
Yazarın En Çok Okunan Yazıları