Uzun zamandır sessiz bir göç yaşanıyor bu ülkede. Ne havaalanlarında bavullarla vedalaşan gençler var bu hikâyede, ne pasaport kontrolünde geri dönmemeye yemin eden akademisyenler…
Savaş, çoğu zaman silahlarla değil; tarih, hafıza ve kimlikle yürütülür.
İtiraf edelim… Hepimiz birer "görüntü yöneticisiyiz" artık. Filtreli sabah kahvaltıları, sahte kahkahalarla dolu story'ler, içimiz ağlarken "şükür elhamdülillah" pozları… Tam teşekküllü birer 'rol yapma sanatı' sahnesinde yaşıyoruz.
Son zamanlarda terapilerde sıkça karşılaştığım bir konu var. Aslında sadece terapide değil, gündelik sohbetlerde, kahve masalarında, kadınlar arası fısıltılarda da sıkça geçiyor.
Mart kapıdan baktırsa da, cemreler düştü, doğa uyanıyor. Ağaçlar çiçek açtı hatta meyve veriyor, sokaklara ilk güneşli günlerin neşesi yavaşça yayılıyor.
Bir insan neden bir takımı bu kadar sever? Hem de öyle böyle değil; çocuğunun adını koyacak kadar… Maç kaybedilince günlerce içine kapanacak, hakem hatası yüzünden gece uykusunu kaçıracak, gol sevinciyle apartmanı inletecek kadar… Bu sadece bir spor meselesi midir, yoksa çok daha derin bir şey mi anlatır?
Hayatın tam ortasında, bir yerlerde sessizce öğrendiğimiz bir duygu var: Çaresizlik.
Geçtiğimiz günlerde İstanbul'da yaşadığımız deprem, yalnızca binaları değil, iç dünyamızı da sarstı.