SON DAKİKA
Kızılay masthead

Taraftar psikolojisi

Esra Tanrıverdi 12 May 2025

Bir insan neden bir takımı bu kadar sever? Hem de öyle böyle değil; çocuğunun adını koyacak kadar… Maç kaybedilince günlerce içine kapanacak, hakem hatası yüzünden gece uykusunu kaçıracak, gol sevinciyle apartmanı inletecek kadar… Bu sadece bir spor meselesi midir, yoksa çok daha derin bir şey mi anlatır?

Friedrich Nietzsche der ki: “İnsan, bir neden uğruna değil, bir aidiyet uğruna yaşar.”

Taraftarlık da işte tam bu aidiyetin, bu ruhsal köklenme ihtiyacının tezahürüdür. Doğduğun semtin takımıysa o, babandan miras kaldıysa, bir galibiyetle ilk kez baban sana sarıldıysa… O takım artık senin sadece sevdan değil, kimliğin olur. Bir nevi “biz” olma halidir bu. Renklerle, marşlarla, formayla örülen kolektif bir benlik.

Psikolojide buna “sosyal kimlik kuramı” denir. İnsan, kendini bir grubun parçası olarak tanımladığında; o grubun başarılarını kendi başarısı gibi yaşar, yenilgisinde kendi egosunu kırılmış hisseder.

Yani maç sadece sahada oynanmaz. Asıl maç, kişinin içinde oynanır. Bu yüzden bir penaltı kaçınca içimiz acır, bir gol atılınca gözyaşımız sel olur.

Ama işte tam burada, o “biz” duygusunun gölgesinde tehlikeli bir başka duygu belirir: “Onlar.”

Biz Galatasaraylıysak, onlar Fenerbahçeli; biz Beşiktaşlıysak, onlar düşmandır.

Bu ayrım bazen öylesine keskinleşir ki, rakip takımın formasını giyen bir çocuğun okulda dışlandığını, karşı takıma küfür edildiğinde bir başka insanın onurunun çiğnendiğini, maçtan sonra sokaklarda kavga edenleri, hatta bıçaklanan gençleri görürüz.

Sormak gerekir: Sevgi neden düşman üretir?

Futbol tutkusu, insanı bir araya getirmesi gerekirken, neden bazen ayırır, kutuplaştırır?

Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor… Taraftarlar kulüplerinden çok daha fazlasını taşırlar: umut, öfke, hayal kırıklığı, kimlik… Ama bazen bu duygular, marşın melodisinden çıkar, küfre, hakarete, linçe dönüşür.

Oysa bir takım sevilirken başka bir takımdan nefret etmek zorunlu değil.

Ve dışarıdan bakan biri şöyle diyebilir belki de:

“Altı üstü bir top işte… Topun peşinde koşan yirmi iki adam.”

Ama o topun peşinden sadece futbolcular koşmaz.

Hayaller koşar, bastırılmış duygular koşar, babasından ilgi görmeyen çocuk koşar, sevgisini sadece tribünlerde bağırarak gösterebilen yetişkin koşar.

O top, bazen bir mahalleyi, bir ülkeyi, bir nesli sürükler peşinden.

Albert Camus, “Hayatta ne öğrendiysem futboldan öğrendim” derken sadece topun peşinden koşan ayakları değil, o oyuna yüklenen anlamları anlatıyordu.

Taraftarlık, modern çağın seküler ibadeti gibidir: ritüelleri vardır, bayrakları, kutsalları… Ama unutulmamalıdır ki, hiçbir inanç, başka bir inancı küçümseyerek büyüyemez.

Ve işin acı yanı şu: Takımlar değişebilir, futbolcular gider, yöneticiler değişir. Ama fanatiklik kalır.

Çünkü o artık sadece takıma değil, kendini ifade edebildiği tek yere tutunur insan. Hayatında hiç sözünü geçiremediği bir baba figürü varsa, tribünde bağırarak güç kazandığını sanır. Bazen öfkesi, yılların birikimidir; futbol ise bahanedir.

Taraftarlık, tutkuyla sarıldığında güzeldir; ama aklı dışladığında zarar verir.

Bir çocuğun ağzına büyüklerin ağzından küfür dolu tezahüratlar yerleştiğinde; o çocuk futbolu değil, şiddeti öğrenir.

Ve o zaman, bir oyun artık oyun olmaktan çıkar.

Belki de taraftar olmak, kim olduğumuzu değil, kim olmak istediğimizi seçmektir. Ve bazen bir forma, bir bayrak, bir tezahürat… Hayata tutunduğumuz en sağlam dal olur.

Ama unutmayalım: Kazanan sahada kazanır, insan ise tribünde kalabilen vicdanla kazanır.