SON DAKİKA

Geldim, gördüm, hâlâ mı anlamadım?

Bir marka değişmek isterse ne olur? Evet, sevgili okuyucularım bu hafta ele alacağımız konu işte bu kadar basit gibi görünen ama çözümü hiç de o kadar basit olmayan bir konu.

Çünkü değişim yalnızca markanın kendisiyle ilgili değildir; hedef kitlesiyle kurduğu bağla, o kitlenin alışkanlıklarıyla, beklentileriyle, kültürüyle de doğrudan ilişkilidir. Tam da bu yüzden, “geldim, gördüm, hâlâ mı anlamadım?” sorusu; markaların kendini güncellerken yaşadığı temel çıkmazı özetliyor.

Markalar yıllar boyunca büyür, kök salar, belli kitlelerle özdeşleşir. Ancak dünya değişir. Tüketim alışkanlıkları evrilir, kuşaklar arası farklar keskinleşir, teknoloji bambaşka kapılar açar. Bu yeni dünyada ayakta kalmak isteyen marka, çoğu zaman “yenilenmek” zorundadır. Ama işte tam da burada, acı bir gerçekle yüzleşir: Değişmek isteyen markanın karşısında, “böyle alıştık biz” diyen bir kitle vardır.

Yani sadece “Yenilenmek” yetmez… Değişim, içeriden başlar derler. Ancak pazarlamada bu maalesef tek başına geçerli değildir. İçeride ne kadar niyet olursa olsun, eğer dışarıda —yani tüketicide— bir karşılık bulamıyorsa, yenilenme yalnızca estetik bir makyajdan öteye gidemez.

Markaların bu noktada unutmaması gereken kritik bir gerçek var: Tüketici, yalnızca ürünü değil, markanın temsil ettiği hissi, hatırayı ve hatta nostaljiyi de satın alır. Bu yüzden bir logo değişikliği, bir kampanya dili, hatta bir ambalaj rengi bile büyük tepkiler doğurabilir. Çünkü bu değişimler, tüketicinin belleğinde yer etmiş olan tanıdıklığı tehdit eder. Bu tanıdıklık kaybolduğunda, tüketici “bu hâl ne böyle?” der.

Peki, çözüm nedir? Markalar nasıl olur da hem değişip hem de kitlesini karşısına almadan ilerleyebilir? Çözüm, hedef kitlenizi değişim sürecinizle ilgili bilgilendirmek hatta eğitmekten geçmektedir. Eğer markanızı başka bir kalıba sokmak istiyorsanız, önce tüketiciyi bu yeni kalıba hazırlamanız gerekir. Değişmek isteyen markalar, sadece kendilerini değil, hedef kitlelerinin zihin dünyasını da dönüştürmek zorundadır. Bu da ancak iyi planlanmış bir pazarlama iletişimiyle mümkündür. Yani, markalar tüketiciye adım adım şunu anlatmalı: “Ben değişiyorum, çünkü dünya değişti. Ve seninle bu yeni dünyada da beraber olmak istiyorum. Gel, birlikte büyüyelim, değişelim, yenilenelim.”

Bu anlatım bazen yeni bir kampanya diliyle olur, bazen içerik stratejisiyle, bazen de sadakat programları ya da deneyim odaklı etkinliklerle. Ama her durumda, kitleye bu yeni “kabuk” tanıtılmalı, içselleştirilmesi için zaman verilmelidir.

“Tüketici Direnci” doğaldır; insan zihni yeniliğe karşı doğal bir direnç gösterir. Hele ki duygusal bağ kurduğu bir şey değişiyorsa, bu direnç iki katına çıkar. Marka dünyasında bunun en çarpıcı örneklerinden biri, yıllar önce GAP’in logosunu değiştirmesiyle yaşandı. O kadar büyük bir tepki geldi ki, şirket birkaç gün içinde eski logosuna geri dönmek zorunda kaldı. Neden mi? Çünkü tüketici o yeni şekli kabullenmeye hazır değildi. Markaysa bu geçiş sürecini doğru yönetememişti. Bu örnek bize bir şeyi çok net gösteriyor: “Değişimin zamanlaması ve iletişim tarzı” her şeydir.

Bu sebeple hikâyesiz değişim olmaz ! 

Günümüzde markalar, “biz değiştik” deyip yeni bir yüzle piyasaya çıktıklarında, tüketici doğal olarak şu soruyu soruyor: “Neden?”

Bu soruya anlamlı, samimi ve tutarlı bir cevap veremeyen markalar, hedef kitlesinden hızla uzaklaşıyor. Oysa bir hikâye ile desteklenen değişim, tüketicinin zihninde anlam bulur.

Mesela diyelim ki, sürdürülebilirlik sizin yeni marka stratejinizin odağı. Bu durumda “artık geri dönüştürülebilir ambalaj kullanıyoruz” demek yeterli değil. Bu tercihin ardındaki hikâyeyi anlatmalısınız: Neden bu adımı attınız, üretim süreçleriniz nasıl değişti, bu yeni vizyon sizi nereye götürecek? Hedef kitlenizle bir yolculuğa çıkmalısınız. Çünkü insanlar artık sadece ürün değil, değer ve vizyon da satın almak istiyor.

Tüketici psikolojisinde “bilişsel çelişki” diye bir kavram vardır. İnsanlar, bir markadan belirli bir davranış, tarz veya duruş bekler. Bu beklentiyle markanın yeni hali arasında büyük bir fark varsa, zihin bir uyumsuzluk yaşar. Bu uyumsuzluğu çözmenin iki yolu vardır: Ya markayı terk ederiz ya da onun değişimine ikna oluruz.

İkincisi için, yani ikna için, markaların iletişimi şeffaf, tutarlı ve empatik olmalı. Değişim sürecinde kitleyi dışlamak yerine, onlara da rol verilmeli. “Siz de bizimle birlikte dönüşüyorsunuz” duygusu yaratılmalı.

Sonuç olarak, değişim birlikte anlamlıdır. Markaların bilmesi gereken şey, değişimin sadece sizin tercihinizle olmayacağıdır. Kitlenizi dönüştürmeden kendinizi dönüştüremezsiniz. Yeni kabuğunuzu beğendirmek istiyorsanız, önce o kabuğun neden gerekli olduğunu anlatmalı, göstermeli, hissettirmelisiniz.

Unutmayın, markalar yalnızca logo ve sloganlardan ibaret değildir. Onlar, hafızalarda yaşayan duygular bütünüdür. Ve her değişim, bu duygulara dokunarak yapılmak zorundadır. Yoksa siz “değiştik” dersiniz, ama kitle size hâlâ “sen kimsin?” diye bakmaya devam eder.

Bir sonraki yazımızda, bilginin ışığında güzel günlerde görüşmek üzere…

garanti sol
garanti sağ