Tekstilden lojistiğe ticaretin rotası Mısır'a kayıyor
Önce atölyelerdeki dikiş makinelerinin sesi uzaklaştı kulaklarımızdan. Sonra organize sanayi bölgelerindeki tırların kontağı, başka ülkelerin garajlarında dönmeye başladı.
Şimdi ise gözlerimizi ufka, limanlarımıza çevirme vakti; çünkü iskelelerimizdeki sessizlik, yaklaşan büyük bir fırtınanın habercisi olabilir.
Geçtiğimiz günlerde, Türk tekstil sektörünün artan enerji ve işçilik maliyetleri nedeniyle rotayı nasıl Mısır’a kırdığını, "Mısır yeni tekstil üssü mü oluyor?" sorusuyla gündeme taşımıştık. O gün, bu tehlikenin sadece üretim bandıyla, yani fabrika duvarlarıyla sınırlı kalacağını sanıyorduk. Ancak yanılmışız. Ticaretin değişmez ve acımasız kuralı işlemeye başladı: Yük neredeyse, gemi oraya yanaşır; tekerlek oraya döner.
Tekstilcinin Mısır’a gidişi, sadece fabrikaların sökülüp taşınması değildi. Bu, o fabrikalara hammadde taşıyan, o fabrikalardan çıkan bitmiş ürünü dünyaya dağıtan devasa lojistik ekosisteminin de yer değiştirmesi demekti.
Sektörün içinden gelen seslere kulak verdiğimizde durumun vahameti ortaya çıkıyor. Lojistik firmalarımız, Türkiye’deki yüksek akaryakıt maliyetleri, şoför vize krizleri ve gümrük kapılarındaki kronikleşen beklemelerle boğuşurken; Mısır, "gelin, operasyonunuzu buradan yönetin" diyerek kırmızı halı seriyor. Türk plakalı tırlar azaldıkça, Türk lojistik firmaları da rekabet edebilmek için filolarını ve rotalarını güneye kaydırmak zorunda kalıyor.
İşin en can alıcı noktası ise denizlerdeki hakimiyetimiz. Mesele sadece bir geminin yük alması değil. Mısır, Süveyş Kanalı avantajının yanına limanlarına yaptığı milyar dolarlık modernizasyon yatırımlarını ekleyerek, Akdeniz’deki aktarma merkezi rolünü bizden almaya oynuyor.
Bizim limanlarımızda ihracatçı; yüksek ardiye ücretleri ve elleçleme masraflarıyla mücadele ederken; Mısır limanları (özellikle İskenderiye ve Port Said) agresif fiyat politikalarıyla küresel denizcilik devlerine göz kırpıyor. Türk tekstilcisi üretimini Kahire'de yapınca, Çin'den gelen hammadde oraya iniyor, bitmiş ürün oradan Avrupa'ya gidiyor. Bu durum, Mersin veya İskenderun limanlarının transit ticarette "baypas" edilmesi anlamına geliyor.
Bir mal Türkiye üzerinden taşınmadığında veya Türk limanlarından sevk edilmediğinde, zincirleme bir kayıp yaşanır. O malın uluslararası nakliye sigortasını Türk sigorta şirketleri yapamaz. O ticaretin finansman akışı Türk bankaları üzerinden geçmez. Gümrük müşavirlerimiz beyanname açamaz, antrepolarımız boş kalır, tır tamircimiz iş yapamaz, liman sahasındaki vinç operatörü boşa çıkar.
Yani Mısır'a kaptırdığımız şey sadece "yük" değildir. Biz o yükün etrafında dönen milyarlarca dolarlık hizmet ekonomisini de kaybediyoruz. Lojistik, tek başına bir taşıma işi değil; finansıyla, sigortasıyla, bakımıyla dev bir ekosistem. Ana gövdeyi (üretim ve lojistik) kaybederseniz, bu ekosistemi besleyen damarları da kurutursunuz.
Tekstildeki göç bir uyarı fişeğiydi; maalesef yeterince ciddiye alınmadı. Şimdi lojistik sektörü ve liman işletmecileri aynı "SOS" sinyalini veriyor. Ekonomi yönetimi, sadece döviz kurlarına odaklanmak yerine, sahadaki bu reel kaybı görmek zorunda. İhracatçının ve nakliyecinin üzerindeki maliyet yükünü hafifletecek, Türkiye'yi yeniden cazip bir merkez yapacak yapısal adımlar ivedilikle atılmalı.
Aksi takdirde, yarın Mısır limanlarından kalkan gemileri izlerken; "Bir zamanlar bu coğrafyanın ticaretini biz sigortalar, biz finanse eder, biz taşırdık" diye hayıflanmak, gidenleri geri getirmeyecek. Giden sadece bir fabrika veya konteyner değil; giden Türkiye’nin ticari hafızası ve hizmet gelirleridir.