Sorun birlik eksikliği mi yoksa birlik enflasyonu mu?
Türkiye ekonomisinin dış ticaret dengesi, yıllardır en çok konuşulan, üzerine en çok strateji geliştirilen alanların başında geliyor.
"İhracat odaklı büyüme" modelini benimseyen bir ülke olarak, gözümüz kulağımız hep İhracatçı Birlikleri’nden (TİM çatısı altında) gelecek verilerde. Ancak madalyonun diğer yüzünde, sanayinin çarklarını döndüren hammadde ve enerji başta olmak üzere devasa bir ithalat gerçeği var.
Son dönemde kulislerde dillendirilen, zaman zaman yüksek sesle tartışılan bir konu var: "İhracatçı birlikleri varsa, neden İthalatçı Birlikleri yok?" Bu soru, beraberinde daha radikal bir karşı soruyu da getiriyor: "Yoksa sorun birliklerin eksikliği değil de fazlalığı mı? İhracatçı birlikleri de dahil olmak üzere, bu yapılar serbest piyasada birer bürokratik yük mü?" Gelin, bu karmaşık denklem üzerine düşünelim.
Bu görüşü savunanların temel argümanı "temsiliyet ve veri yönetimi" üzerine kurulu. Türkiye’nin ithalatının büyük bir kısmı (%70-80 bandı) aslında ihracatın hammaddesi veya ara malı. Yani ithalat, sadece "lüks tüketim" veya "cari açık kaynağı" değil, aynı zamanda üretimin bir parçası.
Mevcut yapıda ithalatçılar, Ticaret ve Sanayi Odaları çatısı altında temsil ediliyor. Ancak savunuculara göre, spesifik sektörlerde (örneğin kimya, enerji veya yüksek teknoloji) ithalat süreçlerinin regülasyonu, gümrük mevzuatlarının iyileştirilmesi ve küresel tedarik zinciri krizlerinin yönetilmesi için uzmanlaşmış bir "İthalatçı Birliği"ne ihtiyaç var. Bu yapıların, kalitesiz mal girişini denetlemede ve anti-damping soruşturmalarında daha proaktif bir rol oynayabileceği öne sürülüyor. "Masada yoksanız, menüde olursunuz" prensibince, ithalatçılar da kendi sektörel sorunlarını tek bir sesle duyurmak istiyor.
Karşı cephede ise "birlik enflasyonu" uyarısı yapanlar duruyor. Türkiye’de halihazırda TOBB, TİM, DEİK, MÜSİAD, TÜSİAD ve sayısız sektörel dernek bulunuyor. Bu görüşe göre, yeni bir "birlik" kurmak demek; yeni binalar, yeni başkanlar, yeni makam araçları, yeni aidatlar ve bürokrasinin artması demek.
İş dünyasının en çok şikayet ettiği konuların başında maliyetler ve zaman kaybı geliyor. Yeni bir zorunlu üyelik sistemi, ithalat yapan firmalar (ki bunlar çoğu zaman aynı zamanda ihracatçı firmalar) üzerinde ekstra bir mali yük oluşturabilir. Ayrıca, zaten Ticaret Bakanlığı ve Odalar nezdinde yürütülen süreçlere yeni bir katman eklemenin, işleyişi yavaşlatacağı endişesi hakim.
Tartışmayı daha da derinleştiren üçüncü bir görüş ise liberal bir perspektiften geliyor. Bu görüşe göre, devletin zorunlu kıldığı, aidat toplayan yarı-kamu niteliğindeki birlikler, serbest piyasa ekonomisinin doğasına aykırı olabilir.
Dünyanın gelişmiş ekonomilerine bakıldığında, firmaların gönüllülük esasına dayalı "dernekler" veya "konseyler" çatısı altında örgütlendiği görülüyor. İhracatçı birliklerinin kaldırılmasını savunanlar, bu yapıların sağladığı eğitimin, fuar organizasyonlarının veya pazar araştırmalarının özel sektör danışmanlık firmaları veya gönüllü dernekler tarafından daha verimli yapılabileceğini iddia ediyor. Onlara göre, ihracat yapmak için bir birliğe üye olup aidat ödeme zorunluluğu, küresel rekabette firmaların ayağına takılan bir prosedürden ibaret.
Geldiğimiz noktada, Türkiye’nin dış ticareti iç içe geçmiş durumda. Bir otomotiv firması hem en büyük ihracatçı hem de en büyük ithalatçılardan biri olabiliyor. İthalatçı ve ihracatçıyı "iki ayrı takım" gibi konumlandırmak, günümüzün entegre tedarik zinciri mantığıyla ne kadar örtüşüyor?
Belki de çözüm, yeni binalar inşa etmekte (İthalatçı Birlikleri) veya mevcutları yıkmakta (İhracatçı Birliklerini kapatmak) değil, "Dış Ticaret Birlikleri" vizyonuyla bütüncül bir yapıya geçmekte yatıyordur.
İster yeni kurulsun ister mevcutlar kaldırılsın; asıl odaklanılması gereken nokta "verimlilik" olmalı. İş insanının hayatını kolaylaştırmayan, veriye dayalı strateji üretmeyen hiçbir yapı, tabelasında ne yazarsa yazsın, geleceğin ekonomisinde varlığını sürdüremez.