SON DAKİKA

İlaç krizinin acı reçetesi

Hakan Özbay 14 Eki 2025

Soğuk algınlığının ilk belirtileriyle eczaneye giden bir anne, çocuğunun ateş düşürücü şurubunu bulamıyor. Tansiyon ilacı biten yaşlı bir amca, kapı kapı gezip çare arıyor. Belki de en acısı, kanser tedavisi gören bir hasta, hayatla arasındaki en önemli bağ olan ilacına ulaşmak için çırpınıyor.

Bu sahneler, bir film senaryosundan değil, 2025 Türkiye’sinin acı gerçeğinden kesitler. Ülke genelinde derinleşen ilaç krizi, artık sadece bir tedarik sorunu olmaktan çıkıp, milyonlarca insanın sağlığını tehdit eden halk sağlığı krizine dönüşmüş durumda.

Peki, raflar neden boş? Hastalar neden çaresiz? Sorunun kalbinde, piyasanın gerçekleriyle devletin belirlediği kurallar arasındaki devasa uçurum yatıyor. İstanbul Eczacı Odası Yönetim Kurulu Üyesi Murat Tülü'nün de altını çizdiği gibi, sorun basit bir "stokçuluk" yaftasıyla geçiştirilemeyecek kadar derin ve sistemsel.

Ekonomik makasın kestiği umutlar

Krizin temelindeki matematik, aslında her şeyi özetliyor. Serbest piyasada Euro kuru 50 TL sınırını zorlarken, ilaç fiyatlandırmasında baz alınan resmi Euro kuru, yapılan son düzenlemelere rağmen hala 21-22 TL bandında seyrediyor. Aradaki %100'ü aşan bu fark, ilaç sektörünün üzerine çöken bir karabasandan farksız. Hammaddesini ve çoğu zaman ilacın kendisini yurt dışından dövizle alan firmalar için bu denklem sürdürülebilir değil. İthal ilaç firmaları, kar etmeyi bırakın, neredeyse her kutuda zarar ettikleri bir pazara mal göndermek istemiyor.

Bu durum sadece ithal, yüksek teknolojili kanser ilaçlarını vurmuyor. Türk Eczacıları Birliği’nin (TEB) yayınladığı en güncel raporlara göre, piyasada bulunamayan ilaç sayısı 800 kalemi aşmış durumda. Listede tansiyon, diyabet, astım gibi kronik hastalıkların ilaçlarından en basit ağrı kesicilere, göz damlalarına ve özellikle çocuk antibiyotiklerine kadar hayati öneme sahip birçok ürün var. Yerli üreticilerimiz dahi, ilacın etken maddesini güncel kurla yurt dışından alıp, devletin belirlediği düşük kurla satmak zorunda kaldıkları için üretim bantlarını yavaşlatıyor ya da durdurma noktasına geliyor.

Sistemin getirdiği kilitlenme

Bardağı taşıran son damla ise her yıl olduğu gibi bu yıl da kendini gösteren "zam beklentisi" oldu. Kulislerde konuşulan %25'lik zam söylentisi, zaten zar zor dönen çarkları tamamen durdurdu. İlaç firmaları ve ecza depoları, birkaç hafta sonra daha yüksek fiyattan satabilecekleri bir ürünü bugün piyasaya sürmeyerek, ticari bir refleksle stoklarını bekletiyor.

Bu noktada günah keçisi ilan edilen eczacılar ise krizin en ön cephesinde, hastalarla karşı karşıya kalıyor. Eczacı Murat Tülü’nün isyanı tüm meslektaşlarının ortak sesi: "Benim eczanemde her şey hastanın gözü önünde. İlacı nereye saklayabilirim ki? Denetlenmesi gereken yer eczaneler değil, ilaç firmalarının ve depoların stoklarıdır." Gerçekten de eczacı, deposunda olmayan bir ilacı hastaya veremez. Onlar, tedarik zincirinin son halkası olarak, sistemin en tepesindeki bir tıkanıklığın sonuçlarına göğüs germek zorunda kalıyorlar.

Gerçekçi ve sürdürülebilir politika 

Peki, bu kısır döngüden çıkış yok mu? Elbette var. Çözüm, her kış kapıya dayandığında palyatif zamlarla krizi ötelemek değil, fiyatlandırma politikasını kökünden değiştirmek. Yıllardır eczacı odalarının dile getirdiği gibi, yılda bir kez yapılan ve piyasada büyük bir beklenti yaratarak stokçuluğu tetikleyen toplu zamlar yerine, yıl içine yayılmış, daha küçük ve öngörülebilir kur güncellemeleri yapılması gerekiyor. Piyasa gerçekleriyle barışık, öngörülebilir ve sürdürülebilir bir ilaç fiyat politikası benimsenmeli.

Unutulmamalıdır ki, bir ilacın fiyat etiketinde yazan rakamın hiçbir önemi yok, eğer o ilaç raflarda bulunmuyorsa. Asıl maharet, ilacı sadece ucuz tutmak değil, aynı zamanda "ulaşılabilir" ve "bulunabilir" kılmak. Çünkü bir ilacın bulunamamasının bedeli parayla değil, doğrudan insan sağlığıyla ve hatta hayatıyla ödenir. Yetkililer, bu acı reçeteyi daha fazla hastanın önüne koymadan, sistemin bu kanayan yarasına acil bir neşter vurmak zorunda.