24 Yıl: Esed ve Saddam'ın ortak kaderi
24 yıl, bu rakam Saddam Hüseyin ile Beşşar Esed'in iktidarda kalış sürelerinin tesadüfi bir paralelliği değil, Ortadoğu'daki otoriter rejimlerin kırılganlıklarını ve sistematik olarak içerdikleri çöküş dinamiklerini yansıtan bir gerçektir.
Her ikisi de çok ilginç bir şekilde tam 24 yıl boyunca iktidarda kalmış ve bu süre sonunda ise rejimleri dramatik bir şekilde çökmüştür. Bu paralellikler, sadece iki liderin kaderini değil, bölgedeki otoriter rejimlerin geleceğini anlamak açısından da önemli dersler içeriyor.
Diktatörlükten çöküşe: Esed ve Saddam’ın yönetim modelleri
Saddam Hüseyin’in 1979’da başladığı Irak liderliği, baskı ve korku politikaları üzerine inşa edilmiş otoriter rejimin tipik bir örneği olarak kabul edilir. Saddam, özellikle Kürtler ve Şiiler başta olmak üzere, toplumsal grupları sistematik bir şekilde dışlamış ve bu gruplar üzerinde baskıcı bir yönetim modeli kurmuştur. Aynı dönemde Esed ailesi tarafından yönetilen Suriye’de de benzer bir siyasal yapı şekillenmiştir. Beşşar Esed, 2000 yılında iktidarı devralmış ve halk üzerindeki denetimini artırmak için devletin özellikle istihbarat teşkilatlarını, askeri yapılarını ve paramiliter unsurlarını yoğun bir şekilde kullanmıştır.
Her iki liderin yönetim anlayışlarını Antonio Gramsci’nin tanımlamasına göre ele alacak olursak, ‘’hegemonyanın eksikliği zorun baskınlığı’’ şeklinde tanımlanabilir. Rızaya dayalı iktidar anlayışından yoksun olan bu rejimler, baskıcı ve zora dayalı mekanizmalarla halkın üzerine korku salarken, kendilerini de devleti kurtaracak yegâne figür olarak konumlandırmışlardır ve bu da baskı ile sürdürdükleri iktidarlarının çöküşüne zemin hazırlamıştır.
Bölgesel ve küresel dinamikler
Toplumsal meşruiyet eksikliği ve dış müdahalelere karşı kırılganlıkları, her iki devlet başkanının da sonlarını getiren temel unsurlar olmuştur. Saddam Hüseyin, 2003 yılında ABD liderliğindeki koalisyonun askeri müdahalesi sonucu devrildi. Irak’ta yaşanan bu güç boşluğu, farklı etnik ve mezhepsel gruplar arasında çatışmaları körükledi ve ülkeyi istikrarsız bir hale getirdi. Benzer şekilde, Esed rejimi de 2011’den itibaren başlayan Suriye iç savaşında bölgesel ve uluslararası güçlerin sahadaki etkisiyle zayıfladı. Ancak Esed’in devrilmesi, Saddam’ın devrilmesinden farklı olarak, daha uzun bir süreçte gerçekleşti ve çok sayıda aktörün sahada doğrudan müdahil olduğu bir güç mücadelesine dönüştü. Bu sebeple Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından Irak’ta yaşananlar, Suriye için de benzer geleceğe işaret eden önemli bir uyarı niteliği taşıyor.
Yeni bir dönemin eşiğinde Türkiye’nin Suriye stratejisi
Suriye’deki istikrarsızlık, Türkiye’nin sadece kendi sınır güvenliği için değil, aynı zamanda küresel düzeydeki etkisi için de bir sınav niteliği taşıyor. Ortadoğu, her geçen gün daha fazla belirsizliğe doğru sürüklenirken, içerideki çatışmalar, bölgesel güçlerin çıkarları ve küresel güçlerin hesapları, Türkiye'nin stratejik manevra alanını daraltıyor. Türkiye, Suriye’deki çatışmaların gelişimini dikkatle izlerken, aynı zamanda iki kritik soruya odaklanmalı: Öncelikle, Suriye’nin yeniden yapılanmasında Türkiye nasıl bir pozisyon alacak? Bu süreç, Türkiye'nin bölgedeki liderliğini pekiştirebilir mi, yoksa daha geniş bir coğrafyada güvenlik tehditlerini mi artırır? İkinci olarak, Türkiye, bölgedeki güç boşluğunu kendi lehine mi çevirecek yoksa bu boşluk, Türkiye’nin stratejik hedeflerine ters düşen bir kaos ortamına mı yol açacak?
Son dönemde, İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri’ni bombalamaya başlayarak tampon bölgeyi aşması, bölgedeki karışıklığın artarak güç dengelerinin de değişebileceğine işaret ederken, Türkiye'nin Suriye politikası açısından da yeni bir sınav anlamına geliyor. İsrail’in bu hamlesi, Türkiye’nin stratejik adımlarını yeniden şekillendirme gerekliliğini doğurabilir.
Türkiye'nin Suriye politikasında, yalnızca askeri müdahale değil, stratejik diplomasi ve bölgesel iş birlikleri belirleyici olacak. Ancak, uzun vadede Türkiye’nin başarılı olup olmayacağı, bölgedeki siyasi aktörlerle nasıl bir denge kurduğuna ve bu dengeyi nasıl sürdürebileceğine bağlı. Türkiye, Ortadoğu’nun bu karmaşık denkleminde dengeyi sağlayabilirse, sadece bölgesel bir güç değil, küresel bir aktör olarak da etkisini artırabilir.