Zıtlığın jeoekonomik yönü: Bir Türkiye profili (1)
Bir ülke düşünün: Bütün zıtlıklara sahip olmasına rağmen, tarihiyle çağdaşlığın buluştuğu bir ülke olarak hem geleneksel hem de modern değerleri bünyesinde barındırsın. Bunun yanında zengin kültürel geçmişe sahip olsun ve Asya, Avrupa, biraz da Afrika'nın bir parçası olmanın getirdiği çelişkilere sahip olsun. Yani hem Doğunun anlayışına sahip olsun; hem de Batının değerleriyle yaşasın.
Bunları yaparken sosyal, politik, ekonomik ve kültürel konularda zıtlaşan bir dengeyi sürdürmek zorunda kalsın. Bunun yanında yerin altı ve üstü doğal kaynakları, toprağı, havası, suyu, en önemlisi de insanı ve insanlığı bol olsun; ama bu elindekilerden yoksun ve yoksul yaşasın. İşte tasvir ettiğimiz o ülke, bizim ülkemiz, Türkiye.
Türkiye, jeopolitik ve jeoekonomik açıdan dünyanın konum bakımından en stratejik noktasında yer alıyor desek yeridir. Emin olun, bu böyle hamasi duygularla ifade edilen bir söylem değil, gerçekten de öyledir. Coğrafik açıdan üç kıtanın kesiştiği ve dünyanın en önemli denizlerinin sardığı bir bölgeden bahsediyoruz. Öyle bir bölge ki; kaynak bakımından en bereketli toprakların tam ortasında yer alan, tarih açısından gelmiş geçmiş en büyük medeniyetlere beşiklik eden, hatta eldeki bilimsel verilere göre ilk yerleşim yeri ve insanlık medeniyetinin başladığı yer olarak kabul edilen bölge. Başka örneği var mı, sanmıyorum.
Ünlü Jeopolitikçi John Mackinder, Kara Hâkimiyeti Teorisinde, karalara hükmedenlerin dünyaya da hükmedeceğini iddia etmektedir. Bu teoriyi izah ederken, Sibirya’dan bir noktayla dünyayı boydan boya ele alan hilal şeklinde iki çizgi çizer. Hilalin iç çizgisi, Almanya, Avusturya, Türkiye, Hindistan ve Çin’i içine alırken, dışı da Britanya, Güney Afrika, Avustralya, ABD, Kanada ve Japonya’yı içine almaktadır. Burada Heartland’tan (Kalpgah), yani Merkez bölge diye bir kavramdan bahseder. Teoriye göre Heartland dünyanın bir insan şeklinde tasavvur edildiğinde kalp noktasına denk gelen bölgedir. O bölge de Dünya Adasıdır. Bu nedenle Dünya Adasına sahip olanlar, dünyaya da hükmedecektir. Söylem odur ki; Hitler, bu teoriye dayanarak Mackinder’in bahsettiği bu bölgelerin Doğu Avrupa ve Rusya’yı kapsaması nedeniyle bunu tüm bu bölgeleri işgal etmeye gerekçe yapmıştır.
Her ne kadar Mackinder’in teorisinde bu bölgeler Doğu Avrupa olarak ifade edilmişse de bazı bilim insanları, dünyanın yuvarlaklığı ve kâğıda aktarıldığı hali göz önüne alındığında Heartland’ın yani dünyanın kalp noktasının Anadolu toprakları olduğu ve Anadolu’ya hükmedenlerin, dünyaya da hükmedeceğini ifade ederler. Bunun en iyi örneklerinin de Roma ve Osmanlı İmparatorlukları olduğunu söylerler. Tabi bu da bir teoridir. Ancak genel çerçeveden bakıldığında altı boş olan bir teori değildir.
Günümüzde dahi jeopolitik ve jeostratejik açıdan baktığımızda Anadolu toprakları, asırlar boyu büyük medeniyetlerin hükmetmek için savaşlar verdiği bir bölge olmasının yanında, büyük güçlerin günümüzde hala dahi aynı emeller güttüğü yerler olarak önemini korumaktadır. Bu açıdan bu topraklar, neredeyse bütün ekonomik, jeopolitik, sosyolojik ve kültürel teorilerin merkezinde bir köprü ülke olarak ön plana çıkmaktadır.
Türkiye, kaderin bir cilvesi olsa gerek, İslam medeniyetinin(temsili Doğu medeniyeti) günümüzdeki en büyük kültürel varislerinden biri olmasının yanında, Batı medeniyetinin kurduğu en büyük savunma örgütü olan NATO’nun bir üyesi olması ve yine aynı medeniyetin inşa ettiği en büyük bütünleşme hareketi olan AB aday ülkesi olması, Türkiye’yi iki medeniyetin kesiştiği bir ülke olmasını sağlamakla kalmamakta, aynı zamanda Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezinin aksine Türkiye ile İspanya’nın başlattığı Medeniyetler İttifakı için örnek bir ülke haline getirmektedir. Tüm bunlar, Türkiye için önemli olmanın önemini (The importance of being important) göstermektedir.
Peki bunca önem atfedilen Türkiye, öneminin farkında mı değil? Neden gelişmiş bir ülke mesafesi ve mesabesinde anılmıyor? (Sonraki yazıda devam edeceğiz…)