Dünyanın yeni enerji ekseni: Lityum
Bir zamanlar dünya ekonomisinin yönü, petrolün çıktığı coğrafyalara göre belirlenirdi.
Enerji hatları yalnızca sanayi üretimini değil, uluslararası ilişkilerin seyrini de etkilerdi. Ancak artık küresel dönüşüm, çok daha sessiz ama bir o kadar derin bir eksende ilerliyor. Gündemin merkezinde bu kez adı daha az bilinen, ama etkisi giderek büyüyen bir element var: Lityum.
Petrolün belirleyici olduğu çağ kapanırken, yeni dönem; elektrikli araçlar, batarya sistemleri ve akıllı enerji depolama çözümleriyle tanımlanıyor. Artık rekabet, ne kadar ürettiğinizden çok, enerjiyi nasıl yönettiğinizle ölçülüyor. Ve bu yeni denklemin merkezinde sadece lityum rezervlerine sahip olmak değil, o rezervleri yüksek teknolojiye dönüştürebilme yeteneği yer alıyor.
Lityum; elektrikli araçlardan akıllı telefonlara, güneş panellerinden savunma sanayine kadar hemen her teknolojik altyapının kalbinde yer alan bir element. Öyle ki, Uluslararası Enerji Ajansı’na göre, bir elektrikli aracın bataryasında ortalama 8-10 kilogram lityum kullanılıyor. Dünya Bankası, sadece 2050’ye kadar olan süreçte lityum talebinin 40 kat artacağını öngörüyor. Bu artış, sadece bir arz-talep dengesi değil, bir stratejik mücadele başlatmış durumda.
Bugün lityumun en büyük rezervleri Güney Amerika’daki “Lityum Üçgeni” olarak adlandırılan bölgede: Bolivya, Arjantin ve Şili. Bu üç ülke, dünya rezervlerinin yaklaşık %60’ına sahip. Üretim tarafında ise Avustralya açık ara lider, onu Şili ve Çin izliyor. Ancak esas dikkat çeken nokta, Çin’in lityum tedarik zincirinde üstlendiği kilit rol. Çin, sadece lityumu çıkarmakla kalmıyor; aynı zamanda dünyanın en büyük rafine lityum üreticisi ve batarya üretiminde %75’in üzerinde bir pazar payına sahip. Bugün Çin’in lityum üretiminde kontrol ettiği tesisler; Afrika’dan Güney Amerika’ya, hatta Avustralya’ya kadar uzanıyor.
İşte tam bu noktada, Batı dünyası endişeleniyor. Çünkü lityum artık sadece bir enerji kaynağı değil, jeopolitik bir koz haline gelmiş durumda. ABD, AB ve Japonya, Çin’in bu hakimiyetine karşı alternatif kaynaklara yöneliyor. ABD Savunma Bakanlığı, 2022 yılında lityumu kritik mineral ilan etti ve bu alanda dışa bağımlılığı azaltacak projeleri desteklemeye başladı. Avrupa Birliği ise “Critical Raw Materials Act” adıyla yeni bir mevzuat oluşturdu; bu yasa ile lityum gibi stratejik minerallerin tedarikinde bağımsızlık hedefleniyor. Kısacası, bir enerji soğuk savaşı sessizce başlamış durumda.
Peki ya Türkiye?
Aslında Türkiye bu tabloda sadece izleyici değil. 2021 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Eskişehir-Beylikova’da Avrupa’nın en büyük nadir toprak elementi rezervlerinden birinin keşfedildiğini açıkladı. Aynı bölge, lityum açısından da umut verici. Ayrıca Eti Maden, 2020 yılında Bor türevlerinden lityum üretme projesini hayata geçirdi. Şu anda yılda 10 ton üretim kapasitesine sahip pilot tesis çalışıyor; hedef ise bunu 600 tona çıkarmak.
Ancak bu yeterli mi? Hayır.
Çünkü dünya, sadece lityumu çıkaranla değil, onu işleyip yüksek teknolojili batarya üretimine dönüştürenlerle yarışıyor. Sadece maden çıkarmak değil mesele, bir ekosistem kurmak. Batarya fabrikaları, Ar-Ge merkezleri, yazılım mühendisliği, ileri malzeme teknolojisi… Türkiye bu zincirin henüz başında. Eğer bugünden planlanmazsa, tıpkı petrokimya sektöründe olduğu gibi, ham maddeyi ihraç edip pahalı ürünü ithal eden bir döngüye sıkışma riski yüksek.
Dünyada pil savaşı çoktan başladı. Çin, Avrupa, Güney Kore ve ABD bu alanda dev batarya fabrikalarıyla milyar dolarlık yatırımlar yapıyor. Örneğin sadece Tesla’nın ABD’deki “Gigafactory”si yılda 100 GWh batarya üretimi kapasitesine sahip. Avrupa'da ise Northvolt gibi firmalar, lityum-iyon batarya üretiminde pazarın liderliğine oynuyor. Türkiye ise TOGG ile birlikte batarya üretimi yolculuğuna yeni adım atıyor. Ancak bu adımların büyümesi için sadece özel sektör değil, kamu politikası, üniversite iş birliği ve uzun vadeli planlama gerekiyor.
Çünkü artık dünyayı şekillendiren, yalnızca hammaddeye sahip olanlar değil; o hammaddeleri yüksek teknolojiye dönüştürebilen ülkeler. Bir kilogram lityumu çıkarmak, onu bataryaya çevirip küresel pazara sunmaktan çok daha az değer yaratıyor. Tıpkı geçmişte bor madenini ihraç edip, katma değeri yüksek bor karbürünü dışarıdan almak zorunda kaldığımız gibi… Bugün benzer bir eşikteyiz. Ama bu kez kaybedersek, yalnızca ekonomik bir fırsatı değil, dijital çağın merkezinde yer alma şansını da kaybedeceğiz.
Bugünün savaşları, belki tanklarla yapılmıyor. Ama enerji, yine bir savaş nedeni. Bu kez savaşın cephanesi lityum, mühimmatı ise yüksek teknoloji. Kim bu yarışta geri kalırsa, sadece enerji bağımsızlığını değil, ekonomik bağımsızlığını da kaybedecek. Türkiye, bu tabloda potansiyele sahip, ama bu potansiyeli yönetecek vizyona, stratejiye ve sabra ihtiyaç var.
Ve unutulmamalı: Enerji artık yerin altından değil, yerin altındaki geleceği şekillendirecek minerallerden çıkıyor. Petrolün saltanatı sona ererken, lityumun çağı başlıyor. Bu çağda kazanan; sadece çıkaran değil, işleyen, geliştiren, dönüştüren olacak. Kaybeden ise elindekini başkalarına ham olarak sunup, ürünü pahalıya geri alan ülke olacak.