TÜRKİYE GÜVEN İNŞA EDEN TEK ÜLKE
Yalova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Öğretim Görevlisi Oğuzhan Köse, Rusya-Ukrayna savaşını Analiz'e değerlendirdi. Köse, "Türkiye şu an taraflar arasında güven inşa etmiş tek aktördür. Diplomaside bu noktaya ulaşmak için şartların da olgunlaşması önemli bir konudur" dedi

Elif Sevil ORHANLI
-Rusya-Ukrayna savaşında 2 ay geride kaldı. Savaşın sona ermesi için diplomasi ve müzakereler devam ediyor. Savaşın başından bu yana birçok Batılı firma, ekonomik yaptırımların yanı sıra Rusya'dan çekildi. Öncelikle Rus ekonomisi bu yaptırımlardan nasıl etkilendi?
Öncelikle Rusya’nın Ukrayna savaşını çok da spontane gelişmiş ve ani olarak alınmış bir karar olarak görmemek gerekir. Rusya çok köklü devlet geleneği olan bir ülke dolayısı ile karar verme mekanizması planlı stratejiler konusunda başarılı. Soğuk Savaş’ın sonu Rusya için ciddi kayıpları da beraberinde getirdi. Statüko daha önce küresel ölçekte ABD ve SSCB tarafından belirlenmekteydi. Başka bir deyişle Sovyetler Birliği küresel boyutta en önemli iki aktörden biriydi. Fakat savaş sonrası ciddi toprak kaybına uğraması, ekonomisinin ve sosyal yapısının çalkantılı bir döneme girmesi dengeleri alt üst etti ki artık ABD bir hegemon güce dönüştü. Sonrasında kurulan Rusya Federasyonu’nun ekonomik olarak toparlanması ve devlet mekanizmasını yeniden yapılandırması uzun bir süreç aldı. Bu zaman zarfında içeride hatırlanacağı üzere çok çalkantılı dönemler geçirdi. Putin ile devletin yeniden güçlenmesi ve ekonominin enerji fiyatları ile desteklenmesi dengeleri tekrar değiştirmiştir. ABD, Rusya Federasyonu’nun bir noktadan sonra geriye döneceğini ve sadece bölgesinde değil, küresel ölçekte kartların yeniden dağıtılmasını isteyeceğini çok iyi biliyordu. Bundan dolayı özellikle bütün önceliği Rusya Federasyonu’nu liberal alan içerisine mümkün olduğunca çekmek ve karşılıklı bağımlılık içerisinde hareket alanını kısıtlamak olmuştur. Diğer taraftan NATO’yu kullanarak olası tehdit durumunda Rusya’yı çevrelemeye başlamıştır. Burada özellikle Polonya ve Baltık ülkelerini NATO’ya dahil etmesi önemli gelişmelerdir. Bunu yaparken aslında ABD ve Avrupa Birliği arasında Soğuk Savaş sonrası kendisini daha belirgin bir şekilde ortaya çıkartan rekabet ortamına yönelik dengeleri de değiştirmiştir. ABD’nin eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e bir basın toplantısında ABD’nin Irak işgaline karşı çıkan Almaya-Fransa aksına bakışları sorulduğunda kendisi bu ülkelerin eski Avrupa’yı temsil ettiğini ancak, bugün Polonya gibi başka aktörler olduğunu ve kendilerinin bu yeni aktörlerle de ortak hareket edebileceklerini belirtmesi bugün çok daha anlamlı görünmektedir. Rusya açısından değerlendirmeye tekrar dönecek olursak gücünü toplamadığı bir dönemde Polonya ve Baltık ülkelerinin NATO üyeliği çıkarlarına ters olsa da müdahale edecek kapasitesinin olmaması beklemesini gerektirmiştir. Fakat sonrasında Gürcistan ve 2014 öncesi Ukrayna’da yaşanan gelişmeler dengelerin yeniden değiştiğini bizlere gösterdi. 2022 yılı başı itibariyle Ukrayna’nın NATO üyeliği tekrar ciddi bir şekilde gündeme gelince Rusya için çıkarlarını savunma noktasında son kale olarak değerlendirilebilecek bu bölgesel gelişmeye karşı sessiz kalması asla beklenemezdi. Eğer böyle olsaydı Rusya sadece orta ölçekli bir ekonomik güç ve bölgesel bir politik güç olarak kalacaktı. Oysa bizler bugün yeni bir Soğuk Savaş’tan bahsetmekteyiz.
Rusya Federasyonu bu operasyonun zorluklarının ve olası tehditlerinin de farkında olduğu için 2014 yılı itibariyle ekonomik kaynaklarını ve askeri hazırlıklarını bu doğrultuda oluşturmaya başlamıştır. Savaş dolayısı ile karşılaştığı ekonomik kısıtlamalar ve uygulanan ambargolar doğal olarak ekonomilerini etkilemektedir ve bu olası senaryo mutlaka Rusya tarafından değerlendirilmiştir. Ancak unutulmamalı ki elinde çok ciddi olarak Enerji Kaynakları gibi bir koz vardır ve bu kartı başarılı bir şekilde oynadığı görülmektedir. Önemli firmaların ve markaların Rusya’dan çekiliyor olmasının savaşın gidişatı üzerinde ya da Rus ekonomisinin çökmesi noktasında bir etki doğuracağını düşünmediğim gibi savaş sonrası Rusya’nın uluslararası firma ve markalara dolayısı ile küresel liberal sisteme bakış açısını ciddi şekilde değiştireceği görülmektedir ki bu durumdan kimlerin daha çok zarar göreceği de aşikardır.
-Rusya dost olmayan ülkelerden doğal gaz ödemelerinin Ruble ile alınması şartı getirdi. Bu da Rusya ile yeni bir enerji krizi yaşanmasına neden oldu. Macaristan Başbakanı Viktor Orban, "Ruble ile ödeme konusunda bizim bir sorunumuz yok" dedi. Almanya Euro ile ödeme konusunda ısrarlı. Rusya alıcıların yeni ödeme koşullarına uymaması halinde gaz tedariki sözleşmelerinin durdurulacağını açıkladı. Bu duruma Avrupa ülkeleri nasıl çözüm getirecek ya da ne kadar dayanacak?
Avrupa Birliği ülkelerinin enerjide Rusya’ya bağımlılığı genel ortalamada %40’lar civarında iken ülke özelinde baktığımızda bazı ülkeler için bu oran %90’ların üzerine çıkmaktadır. Dolayısı ile farklı ihtiyaçlar ve bağımlılık söz konusu olduğu için Birliğin bu konu karşısında ortak bir politika üretmek noktasında sıkıntılar yaşadığını görmekteyiz. Ruble ile satış konusunda en son Bulgaristan ve Polonya’ya yönelik gaz akışının kesilmiş olması da bunun önemli bir örneğidir. Bu durum karşısında Avrupa Birliği bu ülkelerin ihtiyaçlarının komşu üye ülkeler tarafından karşılanacağını açıklaması bile gerçekçi yaklaşımlardan uzak olduğunu göstermektedir. Rusya Avrupa Birliği’nin söylemlerini gerçekleştirme noktasında kapasite eksikliğini ve ortak politika oluşturmak konusunda yeterli etkinliğe sahip olmadığını bildiği için cepheyi dağıtmak ve kendisine karşı birlik içerisinde olmasını engellemek için böyle bir yöntem seçmiştir.
Avrupa Birliği hakkında “Ekonomik bir dev, politik bir cüce” yakıştırması bu konu ile tekrar gündeme gelmiştir. Karşılıklı bağımlılıkta bir dengesizlik söz konusu ise burada etkin bir politika belirlenmesi de zorlaşmaktadır. Fransa, İtalya gibi Rus enerji kaynaklarına daha az ihtiyaç duyan ülkeler karşısında doğal olarak Bulgaristan’ın ve benzeri ülkelerin durumu aynı değildir. Polonya ve Bulgaristan’ın yanına yakın zamanda başka ülkeler de eklendiğinde neler yaşanılacağı konusunda Avrupa Birliği söylemleri güven vermemektedir. Hangi ülke kısıtlı kaynaklarını böylesine kritik bir dönemde komşuları ile paylaşacaktır. Unutulmamalıdır ki ortak bir politika üretilmediği sürece, Avrupa Birliği’nin bu konuda üye ülkeleri zorlayıcı bir gücü bulunmamaktadır. Neticesinde bugün olduğu gibi kimi ülkelerin Ruble ile ödemeyi kabul etmesi kiminin etmemesi Birlik içerisinde doğal olarak farklı sorunların yaşanmasına da sebep olacaktır. Evet insanlık açısından düşündüğümüz de tabii ki kimse savaşın ve insanlık dramlarının yaşanmasını istemez. Ancak durum kendi hayatlarını etkileyen bir noktaya gelirse ve bu durum enerji ve gıda ürünleri gibi günlük hayatın her alanını etkileyen alanlarda fiyat artışlarını, hayat pahalılığını etkileyince farklı şeyler konuşulmaya başlanır. Bu durum karşısında da birincil olarak hükümetler sorumlu tutulur ki bu da hala Avrupa’da bir sorun olması noktasında ivme kazanmış aşırı milliyetçi akımların, yabancı düşmanlığının artmasın neden olabilir. Benzeri sıkıntılar şimdiden Almanya’da yaşanmaya başlanmış ve konu dillendirilmiştir. Daha kırılgan ekonomilerin vatandaşlarının sorun yaşamaya başladığı noktada neler yaşanacağı da ayrı bir soru işaretidir.
Dünyada enerji arzının kısıtlı olduğunu düşününce, bunun çok kısa sürede çeşitlendirilmesi ya da değiştirilmesi günümüz dünyasında çok rasyonel değildir. Aynı şekilde yenilenebilir enerji oranının artırılması da çok kısa zamanda gerçekleştirilemez. Konuya bu açıdan baktığımızda Avrupa ülkelerinin en azından bir kısmının uzun süre dayanamayacağı ve uzun süreli olarak komşuları tarafından desteklenemeyeceği çok net olarak karşımıza çıkmaktadır.
-Avrupa ülkeleri bu gerilimden nasıl etkilendi?
Avrupa Soğuk Savaş sonrası ikinci ciddi sınavını vermektedir. İlkini 1992-95 yılları arasında Bosna Hersek’te verdi ve maalesef krizi yönetmede başarısız oldu. Avrupa’nın ortasında yaşanan insanlık dramına karşı bir politika geliştiremediği gibi kendisine yönelik beklentilerin de yeniden gözden geçirilmesi gibi bir sonucu doğurdu. Bu savaşı ABD’nin müdahalesi sonlandırmıştır ki bu da ABD-AB dengelerini ciddi şekilde etkilemiştir. Hatta Dayton Anlaşmasının 20. yılı dolayısı ile yapılan bir değerlendirmede politik olarak başarısız olduklarını kabul etmişler ve süreci ekonomik başarı ile devam ettirmeye çalışacaklarını belirtmişlerdir. Burada asıl sorun Avrupa Birliği’nin söylemleri ile gerçekleştirdikleri arsında ciddi farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Kendinizi ifade biçiminiz ve söylemleriniz her zaman bağlayıcıdır. Avrupa Birliği’nin uzun yıllardır devam eden demokrasi, insan hakları söylemleri ile krizleri ele alış biçimleri arasında maalesef ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Böyle olunca ister istemez size karşı beklentiler azaltılmakta bu da gücünüzü etkilemektedir. Tam da bu sebeplerden dolayı “Ekonomik bir dev, politik bir cüce” yakıştırması yapılmaktadır. Ancak unutulmamalı ki bölgesel ve küresel aktör olmak sadece ekonomik bir güç olmak ile gerçekleşmemektedir. Bunun politik güç ile desteklenmesi şarttır. Eğer siz coğrafyanızdaki bu denli gelişmeler karşısında Atlantik’in diğer yakasındaki ABD kadar etkili olamıyorsanız ve aynı zamanda ABD’nin sizin üyeleriniz üzerinden bunların NATO’ya eklemlenmesine ve Rusya’ya karşı bir koz olarak kullanılmasına ses çıkartamıyorsanız çok ciddi yapısal sorunlarınız olduğunu gözler önüne seriyorsunuz demektir. Tabii ki AB bu konuda birtakım inisiyatifler almaktadır. Ancak sorulması gereken soru bunların kendisine yönelik beklentileri ne kadar karşıladığıdır. Çok uzun süredir Ortaklık Anlaşması vaadi ve hatta kimi platformlarda tam üyelik söylemleri ile sözde demokratikleşme ve sivil toplum hareketlerini desteklediğiniz Ukrayna, Rusya’nın işgali ile karşı karşıya kalınca aynı ölçüde konuyu sahiplenmeyişiniz kapasite anlamında ciddi eksikleri de ortaya çıkartmaktadır. Bu yönü ile konuya baktığımızda Avrupa Birliği geleceği hakkında ciddi bir sınav vermektedir. Bu yapısal sorunların farkında olan Rusya doğal olarak enerji kaynakları kozunu oynamaktadır.
Avrupalı ülkelerin konuyu topyekûn olarak ele alamayışları ve ortak hareket edemeyişleri sivillerin farklı tepkilerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kimi Avrupa ülkelerinde maalesef Rus vatandaşlarına yönelik -hatta bunlar akademisyenler, sanatçılar, üniversite öğrencileridir- faşizan uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Eğer devletin bu anlamda ciddi bir politikası olmaz ise vatandaşların bu tarz refleksleri ile karşılaşılması normaldir ve bu istemeyen radikal yaklaşımların sergilenmesine yol açar. Kaldı ki bu tür yaklaşımlar Avrupa değerleri ile hiçbir şekilde örtüşmemektedir.
Konuyu bu anlamda değerlendirince Avrupa’nın özellikle karşı karşıya kaldığı ekonomik bir sorun değil çok daha ötesinde değerler üzerinden verilen bir sınavdır. İngiltere’de küresel bir marka olan Chelsea Futbol Kulübü’ne el konulmasının ve farklı ülkelerde Rus oligarkların şirketlerine, mal varlıklarına el konulmasının, savaşın gidişatı ya da Rusya’nın politika değişikliğine olan etkisini ya da etkisizliğini sanırım tartışmaya gerek yoktur.
-Savaş ve yaptırımlar Rusya ile ABD/Avrupa arasında askerî, ticarî, malî, jeopolitik savaşa dönüştü adeta. Bu aşamadan sonra ilişkilerin normalleşme süreci nasıl ilerleyecek?
Öncelikle şu soruyu soralım kendimize: Savaşın devam etmesi aktörleri nasıl etkilemektedir? Bu sürecin devam etmesinin sadece Rusya’ya zarar verdiği gibi bir yaklaşım sergilenmektedir. Oysa bunun devam etmesini ve sürmesini isteyen bizzat Rusya’nın kendisi de olabilir. Her durumda en çok zararı gören Ukrayna olacaktır. Savaşın yok ettiği şehirler, altyapılar, sivil kayıpları kısacası günbegün yıkıma uğrayan bir ülkeden bahsediyoruz. Benzer durumu çok uzun süredir Suriye’de yaşamaktayız. Orada da Rusya, İran ve ABD başta olmak üzere önemli dış aktörler var. Fakat savaşın sonlandırılması gibi bir gayretin uzun zamandır olmadığını görmekteyiz. Hatta bu durumun sürmesinin bu aktörler tarafından istendiği gibi bir sonuca da varabiliriz.
Bu kısa benzetmeden sonra Ukrayna meselesine dönecek olursak Rusya zaten her durumda uluslararası kamuoyu nezdinde oluşacak algının ve savaşın kendi üzerinde olası etkisinin farkındaydı. Tüm bunları düşünmeden böyle bir sürece başladığını düşünemeyiz. Burada yaşananlar üzerinden niyet okuması yapacak olursak nihai hedefinin Ukrayna’nın tamamen ilhak edilmesi olmadığı ya da NATO üyeliğinden vazgeçirilmek olmadığını söylemek mümkündür. Ukrayna konusunu statükonun yeniden değişmesi konusunda bir araç olarak görmektedir. Hem bölgesel hem de küresel dengelerin değişmesi için bir araçtır. Dolayısı ile ekonomik ve sahadaki askeri operasyonları kabul edilebilir düzeyde devam etmesi koşulu ile sürecin uzaması Rusya’yı çok rahatsız etmeyecektir. Ancak diğer taraftan uluslararası kamuoyunda bu savaşın sonlandırılması konusunda ABD ve Avrupa Birliği’nden beklenenler çok daha fazladır. İlk aksiyonu alan Rusya karşısında bu aktörlerden de farklı hamleler beklenmektedir. Rusya bir şekilde özellikle ABD’yi çok daha başarılı olacağını düşündüğü eski jeopolitik anlayışa, çatışmaya ve kriz ortamına çekmeye çalışmaktadır. Bu durumun farkında olan ABD bundan uzak durmaya çalışarak konuyu daha çok ekonomik kısıtlamalar ve ambargolar üzerinden çözmeye çalışmaktadır.
Daha önce belirttiğim sebeplerden dolayı bu durum da çok kısa vadede sorunu çözecek gibi durmamaktadır. Sürecin devam etmesi ABD ve AB üzerindeki baskıları ve beraberinde eleştirileri de artıracaktır. Benzer tehditler süreçte daha pasif görünen AB için de geçerlidir. Unutulmamalıdır ki savaş farklı araç ve yöntemlerle gerçekleştirilen politik bir araç olabilmektedir.
Normalleşmenin gerçekleşmesi için tüm tarafların bu yönde bir isteği ve pazarlık masasına oturma konusundaki niyetleri çok önemlidir. Rusya, SSCB döneminde olduğu gibi diplomasiyi terk etmemiş görünürken çıkarlarını gerçekleştirmek yönünde çalışmamalara devam etmektedir. Bugün de masayı terke etmediğini söylerken yeni cepheler açmakta ve savaş sahasında tüm planlarını uygulamaya çalışmaktadır. Bu da niyetinin şu an için devam etmek yönünde olduğu gibi bir izlenimi ortaya çıkartmaktadır. Amaç sadece Ukrayna’nın tarafsızlık statüsü ve NATO üyesi olamaması yönünde olsa idi sanırım sorun çoktan çözülmüş olurdu.
Tüm bu değerlendirmeler mevcut durumlar ışığı altında yapılmaktadır. Aktörlerden birisinin beklenmedik farklı bir hamlesi süreci yeniden değerlendirmemizi gerektirebilir. Vatandaşlar olarak dış politika konusunda çok sınırlı bilgiye sahip olduğumuz için sadece niyet okumaları ve sahadaki gelişmeler üzerinden değerlendirme yapabiliriz
Bu konuda son olarak olası bir normalleşme sürecinden sonra bile ilişkilerin eskisi gibi olmayacağını söylemek çok da hayalci olmaz sanırım. Zira liberal sistem içerisinde taraflar arasında oluşan ciddi gücen kayıpları ve yaşananlar savaş sonrasında ilişkilerin farklı bir zemin üzerinde daha şüpheci ve kontrolcü olarak oluşturulacağını gözler önüne sermektedir. Bunun da uzun yıllardır oluşturulamaya çalışılan liberal barış anlayışına zarar vereceği söylenebilir.
-Rusya-Ukrayna gerginliği nedeniyle gıda krizinin ciddi boyutlara ulaştığını görüyoruz. Dünya Bankası, savaş nedeniyle oluşan krizin devam etmesi durumunda gıda fiyatlarının rekor düzeyde artacağını ve yüz milyonlarca insanı yoksulluğa ve yetersiz beslenmeye iteceği konusunda uyardı. Bu konuda Türkiye ve dünya ne gibi önlemler almalı?
Gıda krizi aslında çok uzun yıllardır gündemde olan bir konuydu. Fakat savaş ile Dünyanın en refah seviyesi yüksek bölgelerinin de bu sorunu yaşaması olayı başka bir boyuta çekmiştir. Artan dünya nüfusu, küresel ısınma, yakın zamanda yaşadığımız ve etkilerini devam ettiren pandemi ve nihayetinde savaş durumun ne kadar acil ve kritik olduğunu bizlere göstermiştir. Maalesef kimse bu sorunu ciddi anlamda ele almamış ve herkes kendi sınırları içerisinde bunu çözmeye çalışmıştır. Oysaki tüm halkları ilgilendiren böylesine hassas bir konuda daha bütünleyici ve küresel ölçekte önlemler alınmalıydı. Benzer senaryolar olası küresel ölçekte nükleer savaş sonrası senaryolar için de değerlendirilmiştir. Böyle bir senaryoda her devletin ister istemez kendi öz kaynaklarına yöneleceği ve kısıtlanacağı senaryoda tarımdan tutun da ekonomik üretime kadar minimum düzeyde de olsa kendi varlığını sürdürebilir olarak devam ettirme ve ihtiyaçlarını karşılama noktasında öz kaynaklarının planlamasının yapılması gerekliliği çok net bir şekilde bilinmektedir. Oysa liberal ekonomik model içerisinde karşılıklı bağımlılık geliştirilirken bu planlama eksik kalmıştır. Daha uygun fiyata aldığınız için tarımsal ve hayvansal gıda noktasında kendi kaynaklarınızın azaltılması ve daha ucuza bunları temin etmeniz normal zamanlar için sorun teşkil etmemektedir. Ancak iklimsel değişiklik ve öngörülemeyen politik riskleri düşünün de ki buna beklenmedik bir şekilde yakalandığımız pandemi süreçlerini de ekleyince durumun ne kadar kritik olduğu ortaya çıkmaktadır. Böylesine krizlerle karşılaştıktan sonra harekete geçseniz dahi olumlu sonuçlarını almak yıllar alacağı için kısa vadede tüm devletleri dolayısı ile sistemi tehdit eden sorunları yaşamak kaçınılmazdır. Türkiye’de doğal olarak bu sürecin parçasını teşkil etmektedir. Bugün artan kentleşme ile kırsalların terkedilmesi tarımsal arazilerin azalması, hayvansal gıda üretiminin azalması krizi daha da derinleştirmektedir. Dolayısı ile maliyetler yüksek olsa bile bu alanlarda yerli üretimin çok daha kapsamlı ve uzun vadede ele alınması bir tercih değil zorunluluk olmalıdır.
-Türkiye bölgede barışı isteyen ve iki devletle de görüşen bölgesel bir güç olarak bu süreçte öne çıktı. Türkiye’nin izlediği politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle söylemeliyim ki Türkiye açısından çok büyük bir başarı ve prestijli bir durumdur. Bunu her şeyin iç politika malzemesi yapıldığı bir durumdan bağımsız olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Türkiye şu an taraflar arasında güven inşa etmiş tek aktördür. Diplomaside bu noktaya ulaşmak için şartların da olgunlaşması önemli bir konudur. Öncelikle taraflar arasında böyle bir arabuluculuk için her iki tarafın da güvenini kazanmak ve böyle bir rolü kabul ettirmek önemlidir. Amerika ve Avrupalı ülkeler Rusya açısından bu rol için kabul edilemez aktörlerdir. Konuya bir yönüyle taraf olan her iki aktöründe çekincesinin olmadığı Türkiye’nin varlığı burada kritik bir öneme vurgu yapmaktadır. Sahada bir savaş durumu devam etse de mutlaka taraflar diplomasi kanalının açık olmasının ve şartlarının tartışılacağı bir zeminin bulunmasını isterler. Bunu yaparken arabulucu aktörün güven inşa etmiş olması da çok önemlidir. Diğer taraftan ABD ve Avrupalı aktörler de esasında NATO üyesi ve AB üyeliğine resmi aday statüsüne sahip bir ülkenin bu rolü üstlenmiş olmasından da ziyadesiyle memnun görünmektedirler. Burada sonuca ulaşılmasını belirleyecek olan tarafların anlaşma konusundaki sergileyecekleri niyet ve yaklaşımlar önem arz etmektedir. Ancak böyle bir niyetin ve şartların şekilleneceği yer müzakere masasıdır. Türkiye aracılığı ile bu kanalın açık tutulması taraflar için de bir fırsattır.
Türkiye açısından bakıldığında ise böyle zamanlarda ne kadar önemli bir aktör olduğunun uluslararası topluma hatırlatılıyor olması da kıymetlidir. Benzer durumu ABD’nin Afganistan’dan çekilme sürecinde de yaşadık. Süreç sonuçlanmamış olsa dahi tartışılması ve önemli bir rol alabilecek aktör olarak isminin geçmiş olması ile kıymetlidir. Diplomasi içerisinde öneminizi artıran ve sizi farklı yere konuşlandıran bu tür durumlardır. Esasında Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve coğrafi olarak çok farklı meselelerde ve krizlerde bu tür rolleri üstlenebilecek bir ülke olma öneminin tekrar hatırlatılması ya da gözler önüne serilmesi kendisine olan olumsuz yaklaşımlar üzerine tekrar düşünmeyi de beraberinde getirmektedir. Bizler bu anlamda Türkiye’nin potansiyelini ve önemini tabii ki biliyoruz. Ancak önemli olan bunun uluslararası aktörler ve kamuoyu tarafından bilinmesi ve ona göre davranılmasıdır. Bu alanlardaki başarı dış politika konusunda başka alanlarda pazarlık gücümüzü artıracaktır.