Toprağa dokundu ve ona can verdi
Anadolu'da "Kadın eli değmiş" diye bir söylem vardır. Bu bir yönüyle kadının ruh güzelliğinin, el becerisinin, ince, üstün ve üretici zekâsının etrafına yansımasıdır. Diğer bir yönüyle de Anadolu irfanına yakışır şekilde kadının üstün vasıflarının toplum tarafından farkında olunmasıdır. Mutfakta, evde, bahçede, bağda, caddede, pazarda, işyerinde, kısaca hayatın her alanında imkânsız gibi görülenlerin kadın marifetiyle aşılmasıdır.
Birkaç serilik yazımızda bir Anadolu kadını Sahile Bulut Hatun’un nezdinde toprakla insanın nasıl barışık olduğunu, toprağa gösterilen şefkatin sonucunda bolluk ve bereketin nasıl taştığını anlatacağız… Tarımın ve özellikle kadının yılmaz azmi ve bereketli eliyle yükselecek tarımın günümüz ve geleceğimiz için ne kadar önemsenmesi gereken bir alan olduğunu hikâye ile dile getireceğiz…
Anadolu kadınının asırlar boyu bu ülkeye nasıl katkılar sağladığını, ocakların tütmesi için nice fedakârlıklara katlandığını, var olabilmek için hayalleri nasıl zorladığını, gelecek nesillerimize imkânlar ölçüsünde aktarmak önem arz etmektedir.
Bu bağlamda bir kadının; Sahile Bulut Hatun’un toprağa dokunuşunu ve toprağın cevaben gülümsemesini, yeniden can bularak adeta coşmasını, koskoca bir ovada toprak algısının nasıl değiştiğini milyonlarca hektar arazinin boş kaldığı bir dönemde anlatmanın tam zamanıdır.
Sahile Hatun; bağları, bahçeleri, yüce dağları ve ortasından akan ırmakları ile cennet köşesini andıran Erzincan’ın Gözükara bir evladıdır. “Damat ne iş yapıyor” sorusunun henüz aranmadığı bir dönemde, erken sayılacak bir yaşta bir Anadolu delikanlısıyla evlendirilmiştir.
Onlar iş yok, para yok, eğitim ise maalesef ve gayretin tek sermaye olduğu hayat mücadelesine “Yuvamız” dedikleri tek odalı evde başlamış olurlar, taa 1960’lı yıllarda.
“Ne yapabiliriz” derin düşüncelerinin yegâne cevabı her defasında tarım kapısına çıkmaktadır. Topraklarını marabalık denilen usul ile işletim ortaklığına veren mülk sahipleri ziyaret edilir ve nihayet sürülmesi, ekimi, tohumu, gübresi, her şeyi kiracıya ait olmak üzere çıkacak ürün ortaklığına anlaşmış olurlar. Sabanı ve öküzleri dostlarından, tohumu komşularından tedarik ederler. Gübreyi ise hayvan gücü yardımıyla 3-4 kilometrelik mesafeden tarlaya ulaştırırlar.
Var olma yolunda heyecanla üstün gayret gösterirler ki bu yolda hiçbir zorluk kendilerine ağır gelmez. Bir yıl tahıl, bir başka yıl, domates, soğan ya da bostan derken yıllar birbirini kovalayıp geçer. Bölgede, gübre ile desteklenmeyen topraklar zaman zaman da nadasa bırakılmaktadır.
Toprak daha yeni sürülmeye başlanırken ağanın kaşları üzerine indirdiği köşeli kasketi ve elinde Kehribar tespihi olduğu halde tarlaya yanaşarak sezon sonunda çıkacak ürünü tahmin etmeye çalışması bir tarafa “Günahı ve vebali boynunuza” demesi işin en can acıtıcı yönüdür.
“Hastalık olur mu, mevsim kurak geçer mi, ürün başka bir tehlikeye maruz kalır mı?” soruları ağa için hep ihtimal dışıdır. Beklediği tek şey ilkbaharda tahmin ettiği ürünün kapısına getirilmiş olmasıdır. Aksi takdirde günah keçisi çoktan tanımlanmıştır.
İlkbaharda başlayan hengâme, ürün tezine göre değişiklik göstermekle beraber genel olarak ekim ayında tarla bozumuyla sona ermektedir. Genellikle sabah ezanının tarlada karşılandığı yaz döneminde hasat mevsimi yaklaştıkça tarlada gök kubbenin yorgan, toprağın yatak olduğu gecelerin sayısı artmıştır.
Evet, mevsim sonunda bazen yüzler güler, şükür dualar edilir bazen ağanın “Bu kadar mı hasat oldu?” çıkışıyla sinirler gerilmeye başlardı.
Tarla mevsimi bitince kışlık hazırlık kapsamında yakacak ayarlama, kilere un doldurma, odacığın tamiratını yapma, pencereleri izolasyon amaçlı naylon ile kaplama koşuşturması ile hayat başka bir boyut kazanmış olurdu. Dolayısıyla her halükârda kıt kanaat geçinmek, adeta karın tokluğuna çalışmak “alın yazısı” gibiydi.
Haftaya Türk kadınının sabırla yoğrulmuş yılmaz azminin ne kadar güçlü olduğunu gösteren hikâyemize devam edeceğiz.