LEYLA AŞK'A İNANMIYOR
Murat'ı uzun zaman sonra yeni kitabını tebrik için aradım. Raflarda tazecik yeni çıkan kitabını görünce arayıp söyleşmek, sizlerle de tanıştırmak elzem oldu. Herkes onu Puslu Yayıncılık diye tanısa da, o uzundur sektörde yazar kimliğinin yanı sıra, radyo ve TV programlarıyla da tanınıyor. "Kitapsız Dönmesin Dünya" diyen bir yazarı bırakıyorum kıyılarınıza bu hafta sonu...
Yazıyla ne zaman tanıştın?
Yazıyla tanışmam tekrarlanan klasik bir serüvenle başladı. Küçük yaşta etkilendiğim kitaplar sayesinde kendime yazılar yazmaya başladım. Ortaokul yıllarında defterler boyu yazdığım kısa öykülerim vardı. Öğretmenlerimin de destekleriyle bu çoklu öyküler, hayal dünyamın süzgecinden süzülerek tek bir öyküye dönüştü.
Aklıma yerleşen bu öykü yıllarca benimle yaşayıp büyüdükten sonra, yirmili yaşlarda bir romana dönüştü.
İlk kitabını yayınlamaya karar verdiğinde dosyanı okuttuğun birileri oldu mu? Diğer yazarlar gibi yayınevlerini dolaştın mı? Yoksa zaten yayınevi sahibiyim, bastım kitabımı mı dersin?
İlk kitabımı yayınlamaya karar verdiğimde bana ait bir yayınevi yoktu. Yani yazarlığım yayıncılığımdan çok önceleri başladı. Adını söyleyemeyeceğim bir yayınevinden, o zamanlar ciddi bir teklif almıştım. Arkadaşım bu yayınevine benim roman dosyamı yollamış, yayınevinin editörü okumuş ve yayınlamak istemişti. Oysa ben romanın öyküsünün tam bitmediğini ve tam içime sinmediğini düşünüyordum. İlklerde biraz bu hissiyata herkes sahiptir. Bu yüzden de biraz daha üzerinde çalışmam gerektiğini söyleyerek kitabı bekletmiştim. Fakat bu süre çok uzayınca yayıneviyle diyaloğumuz koptu.
Öte yandan bir şiir dosyam da başka bir yayınevinde bekliyordu. Romanın içime sinmesi uzayınca, ilk kitabım şiir oldu benim. Edebiyat dünyasına katılmam bir şair olarak oldu.
Ardından da Yayıncılık serüvenim başladı. Baktım hayat gailesi son sürat devam ediyor, kendime tekrar vakit ayırmaya başladım. Yazar kimliğim öne çıktı. Çok sonraları da diğer kitaplarımı yayınladım. Yayıncıyım ne de olsa, kitabımı istediğim gibi basarım demedim tabii ki, hatta uzun yıllar iş ön plandaydı. Diğer yazarlar ve kitaplarıyla haşırneşirdim. Yayınevinin diğer yazarlarının kitapları öncelikliydi. Adil davranmak istedim sanırım, fakat bu başlarda iyi niyetli niteliği gelişen yazar yaratma çabamın karşılığını da pek bulamadım. Çünkü yazmak dediğimiz şey; kalem yazdıkça gelişen ve sabır isteyen bir eylemdi. Fakat pek çoğumuz sabırlı değildir. Bu yüzden tek kitaplık yazar sayımız azımsanmayacak kadar çoktur sektörde. Her şey hemen olsun isteriz ya. Kişi kendisi kadar başkalarından da sorumludur oysa.
Puslu Yayıncılık ne zamandan beri var? Yazarlıkla ürün satan olmak arasında ki birebir yaşadığın farklar neler?
Puslu Yayıncılık 2008’den beri var. Yayıncılık ilk zamanlar bahsettiğim gibi güzel ideallerle başlasa da zorluklarla karşılaşınca popülist ve para kazandıracak projelere de açık olmak zorunda olduğunuzu farkediyorsunuz. Böylece yayıncılık konusu ürün satmak olarak evriliyor içinizde. Ama bu para kazanma, ekonomik sermayeyi oluşturma çabası yeterli düzeye gelinceye kadar. Ardından dönemsel olarak rahatladığınızda o dengeyi oturtuyorsunuz. İçimize sinen kitaplar da bastık, hatta yeterli hissettiğimizde tamamen nitelikli kitaplara da yöneldik. O yüzden şimdilerde biraz daha seçiciyiz. İyi kitaplar basmaya çalışıyoruz. Ama ayakta durmanın matematiğini, ürün satma mecburiyetini de unutmadan yola devam ediyorum.
Yazar kimliğime döndüğümdeyse çok tanınma, para kazanma, kabul görülme isteği ve mecburiyeti yok. Bu kalemin özgürlüğü de aynı zamanda.
Gerçek yazarlık kendi düşlerinizin ve hayallerinizin içinde yaşamak ve onu dillendirmektir. Yani dürüst ve cesur olmak gerekirse; başkasının istediği öyküler, yazılar değil, kendi istediğinizin hayata geçme çabasıdır “Yazarlık”. Özgünlük ve çeşitlilikte böyle gelişir. İtiraf etmeliyim ki yayıncılığın bana böyle bir avantajı oldu. O yüzden kendi üslubumu oturtmaya çalışıyorum. Kaygı duymadan yazmam sayesinde de, kalemim ve düşlerim özgür kalıyor. Okurlarımdan güzel geri dönüşler alıyorum. Bunun farkında olan mesajlar ulaştıkça da doğru yoldayım diyorum. Özellikle son çıkan kitaplarımda bu bahsini ettiğim tarz, daha belirgin.
Hali hazırda yayınlanmamış bir kaç dosyam da var.
Ben yazılarımı ortaya seriyorum, okur dilediği kadarını alıyor. Tüm yazarlarında özgür yazmalarını isterim bu şekilde, tabii ki imkânı kendileri yaratmalı ve çaba göstermeliler.
Rüyalar gibi karışık bir anlatı
Biraz da kitaplarından bahsedelim. Son kitabın "Leyla Aşk'a inanmıyor"
bize ne anlatıyor?
Biraz önce de değindiğim gibi, değişik ve kendime özgü bir anlatım tarzım var. “Leyla Aşk’a İnanmıyor”, rüyalar gibi karışık bir anlatıya sahip. Türü öykü. Bu kitap, Leyla’nın üzerinden, dünyanın illüzyondan ibaret olduğunu, insanın eksik ve kusurlu yaratıldığını, bazılarının bu kadere direndiğini, kurtuluşu hatta aşkı ötelerde aradığını, bu yüzden bolca hayaller kuran bir meczubun rüyalarından, hayallerinden, hezeyanlarından, halüsinasyonlarından ve isyanından bahsediyor. Bir de Sisifos’un değişmeyen kaderine mahkûm olan insanlardan bahsederken, Leyla aşkın tarifi oluyor.
Yani Leyla, sadece Leyla değildir.
Daha önce yayınlanan kitapların hangi türdeydi?
Yayınlanmış olarak iki roman, bir şiir, iki öykü ve ortak yazdığımız bir biyografi kitabım var.
Bir derdim var bin dermana değişmem
Edebiyat dünyanı neler besler?
Edebiyat dünyamı insanların halleri, ihanetleri, kötülüğü, riyakarlıkları, hasetlikleri, eksiklikleri, bencillikleri “Sen de mi Brütüs halleri!”, ayrıca iyi insanların insan-i kamil yolundaki olgunlukları, bilgelikleri, “bir derdim var bin dermana değişmem” düşüncesi...
Yani yoğun şekilde dertler, ariflik ve tekamül yolculuğunda olan erenlerin, hayatın anlamını sorgulamaya çalışan filozofların derin düşünceleri sonucunda ortaya koyduğu sözleri, yaşama şekilleri, yorumları ve sanatsal eserleri besliyor benim edebiyatımı.
Ve beğendiğim yazarların kitaplarından aldığım tad ile beslenmeye çalışırım herkes gibi. Ayrıca kendi derinliğimin yarattığı; hüzün, karanlık, karamsarlık, dip, derin, matem, yas, mazi, tekâmül yolculuğu besler edebiyat dünyamı. Müzik yani benim için türküler de cabasıdır.
İmza günleri ile ilgili düşünceleri
Yazarken rutinlerin var mı?
Olmasını isterdim ama maalesef yok. Aslında masamın başında deftere ya da bilgisayara kitap bitene kadar kalkmadan yazmak isterken; günün kovalamacasında yolda, trafikte, işte, seyahatlerde, arabada hatta uykusuz gecelerde, mutfakta ya da yatakta yazmak zorunda kalıyorum.
Türk ve Dünya edebiyatında etkilendiğin yazarlar kimler?
Türk edebiyatında eskilerden; Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Şah Hatayi, Nesimi, Erzurumlu Emrah şiirleri, Filibeli Ahmet Hilmi, Recaizade Mahmut Ekrem, Ahmet Hamdi Tanpınar, Halit Ziya Uşaklıgil’i okuyorum. Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Sabahattin Ali’nin özellikle şiirlerini seviyorum. Dünya edebiyatında Shakespeare, Cervantes, Jean Jacques Rousseau, Dostoyevski, Goethe, Victor Hugo, Marquez, Bukowski gibi etkilendiğim birçok yazar var.
İmza Günleri ve fuarlar hakkında ne düşünüyorsun?
İmza günleri ve söyleşiler okuyucularla yazarların buluştuğu ve her ikisinin de onore olduğu anlar. Yazarın emeğinin maddi manevi karşılık bulduğu, okuyucunun ise değerli bulduğu eserler ve kaynak kişisi ile buluştuğu zamanlar. Her iki tarafında hoş vakit geçirdiği kültürel etkinlikler olarak düşünüyorum. Olması elzemdir bana göre.
Fuarlar ise maalesef fecaat durumdalar. Liyakatsiz kişilerin organizasyonlarını gözlemliyoruz. Fuarlar liyakat sahibi olanların zahmetten kaçmaları ve itibar görmemeleri sonucunda bu durumdalar. Meydan sadece maddi zenginlik peşinde koşanların eline kaldı. Hepsi için demiyorum tabii ki ama yayıncı ve kitapçı olduğunu iddia eden aslında yayıncılıkla ve kitapla hiç ilgisi ve bilgisi olmayan bazı kişiler var. Tek derdi maddiyat olanların etkinliklerine katılarak onlara can suyu veriliyor. Bu yüzden de her geçen gün bu önemli etkinlik yok olup gitmeye başlıyor.
Zor da olsa, çözüm yolu, umut her zaman vardır. Ama bu çözümü sağlayacak insanların bir arada olması ve birlikte hareket etmesi gerekli. Bazı çözüm sağlayabilecek kişiler de umursamıyor maalesef. Üzülerek söylüyorum ki bu anlamda fuarlar çok başı boş ve destekten mahrum yürümektedir.
Favori roman karakteri
Bir roman karakteri olsaydın, kim olurdun? Neden?
Don Kişot her zaman favorimdir. Adalet arayışı, yel değirmenlerine karşı savaşı, kafasındaki hayallerle ve görmek istedikleriyle delilik ve kahramanlık sınırında gidip gelmesi beni büyülemiştir.
Dünyada akıllı olarak yaşadığını iddia edip, öyle olmaya çalışmak, kabul etmek, deliliğin en büyük saçmalığıdır bence.
O yüzden Don Kişot’un delilik hali, sıra dışılığı ve renkliliği bana daha anlamlı, samimi ve güzel geliyor.
Yaşasın Don Kişotlar!
Leyla Aşk’a İnanmıyor
İnsan akılla yönetilir, vicdanla sınanır. Akıl hakkın ışığıdır. Vicdan, Hakk’ın insana verdiği iradedir. Vicdanı ve aklı iyi kullandıran sezgilerdir. İnsan sezer. Sezgiler aynı zamanda yan akıldır. İçinde rüyalar, kâbuslar, hezeyanlar, halüsinasyonlar, hülyalar, duygular barındırır ve akla üfler olanları. Akıl, bilgisiyle karar verir; vicdan olgunluğuyla sınar. Aklın firar ettiği dönemde rüyalar, halüsinasyonlar, hezeyanlar tam kontrolü ele alır. Sezgilere bir şeyler anlatır kendi dilince. Dili ve anlattıkları karışıktır. Bu dünyanın matematiğinden farklıdır. Akıl gibi düz ve planlı değildir. Nerede ne olacağını kestirmek imkânsızdır. Ama beslendiği, esin aldığı kaynak; duygular, hayaller ve hülyalardır. Öyküsü kendi matematiğince isler. Tıpkı doğada olduğu gibi. Bir anda bir rüzgâr çıkar mesela, yağmur yağar, bir yaprak, bir gözyaşı bir anda düşer, bir kus bir anda havalanır, bir insan bir anda ölür. An’ların matematiğini, güzelliğini ve hüzünlerini duygular sezer. Duygular ve akıl pek konuşmazlar. Sezgiler anlatır. Duygular özgürdür. Kaptanı, sedef kabuğuna saklanmış asktır. Ayan beyan değildir. Gizlidir. Mahremdir.