KUR SAVAŞLARI CEPHE BÜYÜTÜYOR
Dünya son 100 yıl içinde iki büyük savaşla birlikte üç aşamalı kur savaşlarına sahne oldu. Halen global ekonomideki riskler ve varyantlarla yeniden hareketlenen pandemi çerçevesinde ABD, Çin ve Türkiye dahil birçok ülkenin kur hamleleri, mevcut cepheler Pasifik, Atlantik ve Avrasya'da yükselişe geçti.

Sedat YILMAZ
Küresel kur savaşları rekabetçi müdahaleler ve devalüasyonlar eşliğinde tüm hızıyla sürüyor. Başta Çin ve ABD’nin karşılıklı ticaret savaşlarının yanında Türkiye gibi birçok ülkenin yaşadığı dövizdeki sert dalgalanmalar kur savaşlarının etkisi şeklinde yorumlanıyor.
2001 yılından itibaren dünyanın toplam dış ticaretinde büyük bir paya sahip olan Çin ile onun en önemli rakiplerinden ABD arasındaki kur savaşları hâlâ sürüyor ve bu savaşlar Türkiye ile birlikte tüm dünyayı etkiliyor.
Dolar/TL kurunun Kasım ayında kısa zaman içinde 9,50’lerden 13,50’lere yükselerek yüzde 42 oranında değer kazanmasının arkasında kur savaşları etkilerinin olduğu gözlerden kaçmıyor. Bazı piyasa analistleri bu durumu resmi olmasa da bir devalüasyon olarak nitelerken bazıları ise bunu devalüasyon değil paranın dış değer kaybı olarak tanımlıyor ve devalüasyonun ancak sabit kur rejimi benimseyen ülkelerde olacağını kaydediyor.
Kur savaşı tabiri, yerli para biriminin yabancı para birimlerine karşı değeri düşürülüp dış ticarette avantaj sağlama anlamına geliyor. Kur savaşlarındaki gaye; ihracatın artırılması, ithalatın azaltılması ve yerli üretimin desteklenmesi hedefinin etrafında şekilleniyor.
Ünlü Kara Perşembe
100 yıl geriye gidildiğinde uluslararası alanda küresel birinci kur savaşı 1921 – 1936, ikinci kur savaşı 1967 – 1987 ve üçüncü kur savaşı 2010’dan başlayarak devam eden süreci kapsıyor. Birinci kur savaşı Almanya’nın o günkü para birimi Mark’ın değerini düşürmesi ile başlıyor. Dönemin siyasi gücü İngiltere ve etkin para birimi Sterlin idi. Kur savaşında başı çeken ülkeler ABD, Fransa, İngiltere ve Almanya olarak sıralanıyor. Bu dönemde dünyada mevcut para sistemi klasik altın standardına dayanıyordu.
Birinci kur savaşına zemin hazırlayan en önemli olay Birinci Dünya Savaşı. Bu savaş her kesimi ekonomik olarak etkiledi, özellikle kaybeden ülkeler için ağır tazminatlar konuldu. Bu durumdan kurtulmak isteyen ülkeler soruna rekabetçi devalüasyonlar ile çözüm aradı.
Birinci kur savaşı 1921’de Weimar Almanya’sında Alman Merkez Bankası Reiscbank muazzam miktarlarda para basmaya ve hiperenflasyon aracılığıyla Alman Markı’nın değerini düşürmesiyle başladı. Diğer yandan Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyadaki paranın çoğuna ABD sahipti. 1920’lerden itibaren büyük meblağlarda para, Avrupa’nın iflas etmiş ülkelerine verilen borçlarla Avrupa’ya geri geldi.
Ancak bol paraya rağmen sanayi şirketleri iflas etti ve milletlerarası ticarete ve finansmana duyulan güven sarsıldı. Daha sonra ABD parası Avrupa’yı terk etti ama meydana gelen 1929 Büyük Buhranı bütün batı dünyasında devasa işsizliğe ve neticede fakirliğe neden oldu.
Amerikan mallarının arzı, bunlara olan Avrupalı talebin çok üzerine çıktı, ABD ve Avrupa’da fiyatlar düştü ve Birinci Dünya Savaşı sonrası istikrarsızlığındaki kısa erteleme, 1929 yılında “Kara Perşembe” adıyla anılan New York Menkul Kıymetler Borsası’nın çökmesiyle sona erdi.
Bretton Woods’un doğuşu
1929 yılı çöküşünden sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. Batıda büyük yıkımlara sebep olan savaşın sonunda ABD ve İngiltere öncülüğünde yeni bir para sistemi gündeme getirildi. Temmuz 1944’te Bretton Woods, New Hampshire’da buluşan 44 ülkenin temsilcileri Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) anlaşma hükümlerine imza attılar. Bretton Woods’a Türkiye de dahil oldu. Son şekli 1944 yılında Bretton Woods konferansında verilen yeni para sistemi gelecek 30 yıla damgasını vurdu.
Bretton Woods (BW) anlaşmasıyla kurulan sistemle ABD dolarına karşı sabit döviz kurları ve altının bir ons olarak 35 dolarda sabitlenmesi benimsendi. Böylece üye ülkeler resmi uluslararası rezervlerini çoğunlukla altın ya da dolar varlıklar cinsinden tuttular ve ABD Merkez Bankası’na (FED) resmi fiyattan altın karşılığında dolar satma hakkına sahip oldular.
Ancak daha sonra altının ons başına fiyatı 35 dolar ile sabit kalmadı. Böylece ülkeler sabit kur rejiminden uzaklaşmaya başladılar. Önemli para birimlerinin tümünü dalgalı kur sistemine geçirmek dışında bir yol kalmamıştı.
IMF nihayet 1973’te Bretton Woods (BW) sisteminin çöktüğünü açıklayarak altının uluslararası finanstaki rolünün resmen sona erdirdi ve para birimi değerlerini hükümetlerin ve piyasaların istediği düzeyde birbirleri karşısında dalgalanmaya bıraktı. Çin’in henüz ciddi rakip görülmediği o süreçte ülkelerin sabit kur sistemini terk etmesi ve ABD’nin karşılıksız para basma politikaları nedeniyle sona erdi.
Yeni uluslararası anlaşma
Bir para dönemi bitmiş ve şimdi bir yenisi başlamıştı ama kur savaşları sona ermemişti. İlerleyen dönemlerde ülkeler ortak hareket ederek dolar kurunun düşürülmesine yönelik çabalar içerisine girdiler. 1985’te yapılan Plaza antlaşması doları aşağı çekme yönündeki bu çok taraflı çabanın sonucuydu.
Batı Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere maliye bakanları doların esas olarak yen ve mark karşısında devalüe edilmesi için bir plan hazırlamak üzere New York City’deki Plaza Otel’de ABD Hazine bakanıyla bir araya geldiler.
Merkez bankaları, birkaç yıl planlandığı gibi işleyen uygulamaya 10 milyar doların üzerinde taahhütte bulundular. Dolar 1985’ten 1988’e kadar Fransız frangı karşısında yüzde 40’ın üzerinde, Japon yeni karşısında yüzde 50 ve Alman markı karşısında yüzde 20 değer kaybetti. 1987’ye gelindiğinde altın uluslararası finans alanından ayrılmış, dolar devalüe edilmiş, yen ve mark yükseltilmiş, sterlin duraksamış, euro üzerinde düşünülmeye başlanmış ve Çin henüz sahnedeki yerini almamıştı.
O an için uluslararası para sorunlarında göreceli bir barış yaşanıyordu, ancak bu barış 1990’lar boyunca ve 21. Yüzyılın başında büyük ölçüde hüküm sürdü. Patlak veren para krizleri, 1992’deki sterlin krizi, 1994’teki Meksika pezosu krizi ve 1997-1998’deki Asya-Rusya finans krizi ve ABD ile başedebilecek bir Çin ekonomisinin varlığı 2010 yılında savaşı tekrar başlatacaktı.
ABD – Çin kur savaşı
2008 küresel krizi ile tetiklenen ve 2010 yılında başlayıp halen devam eden üçüncü kur savaşı, Çin’in düşük kur politikasına karşı ABD’nin korumacı gümrük vergileri ile karşılık verdiği görülüyor. Kur savaşlarının bugün için en önemli cepheleri; Pasifik (Dolar-Yuan), Atlantik (Euro- Dolar) ve Avrasya (Euro-Yuan) bölgeleri oldu.
2008 krizi sonrası başlayıp halen içerisinde bulunduğumuz bu savaşın en önemli aktörleri ve rakipleri ABD ve Çin. Bu dönemin en önemli silahları rekabetçi devalüasyonlar ile birlikte düşük faiz ve ABD tarafından karşılıksız basılan para politikaları gösterilebiliyor.
Pasifik cephesine bakıldığında, Çin son yıllarda artan ekonomik gücü ile ABD’ye meydan okuması bu cepheyi kur savaşlarının ana merkezi haline getiriyor. Çin ABD’nin tüm baskılarına rağmen dolar karşısında para birimi Yuan’ın değerini düşük tutuyor.
Bu durum Çin’in ABD’ye karşı dış ticarette rekabet gücünü artırıyor. Böylece ABD’de Çin’e karşı dış ticaret açığını kapatmakta başarısız oluyor. Yapılan analizlere göre ABD ile Çin arasındaki karşılıklı ticarette dolar/Yuan kurundaki 1 birimlik artış, ABD’nin Çin’e ihracatını yüzde 24 oranında azaltıyor. Dolayısıyla Çin ile ABD arasındaki karşılıklı ticarette kurdaki yükselmenin yani devalüasyonun Çin açısından olumlu ve ABD açısından ise olumsuz etkileri olduğu görülüyor. Çin’in ihracattaki başarının en önemli nedenleri üretiminin bolluğu ve Yuan’ın dolara göre düşük olması olarak gösteriliyor.
Ancak bu süreçte ABD’nin en büyük avantajı; altın ve petrol gibi önemli değerlerin dolar üzerinden fiyatlandırılması, aynı zamanda parasal genişlemeler sayesinde kendi iç borçlarından kurtulurken tüm dünyaya enflasyonu pompalaması, yine doların itibari para olarak kabul görmesi, dünyanın en büyük rezerv parası olması, ABD için rekabet gücü ve ticari üstünlük oluşturan esaslar şeklinde sıralanıyor.
Kur savaşları cephe büyütüyor
Küreselleşme ile paralel olarak, ülkeler arası ekonomik faaliyetler ve dış ticaretin kur değişmelerine karşı çok duyarlı olması, içinde yaşanılan yeni kur savaşlarını daha önemli hale getiriyor. Bu durum ise pandeminin amansız bir şekilde devam ettiği ortamda küresel ticareti ve refahı olumsuz yönde etkiliyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bretton Woods gibi küresel anlaşmalarla azaltılmış olsa da 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin başlarında yeniden alevlenen kur savaşları hız kesmiyor.
Bölge ülkeleri içinde kur savaşlarında Çin’e karşı en büyük hamleyi Japonya gerçekleştirdi. Öyle ki, üçüncü kur savaşlarının fitilini ateşleyen olay Japonya’nın Yen’in değerini düşürmesi ile yeni bir boyut kazandı.
ABD, Çin’i parasını devalüe etmemesi konusunda uyarıyordu. Çin de buna karşılık dolar rezervlerini euroya veya altına çevireceğini söyleyerek ABD tahvillerini satacağı yönünde tehditlerde bulunuyordu. Böyle bir ortamda Japonya’nın ihracatını artırabilmek için Yen’in değerini düşürmesi ile üçüncü kur savaşlarının alanını genişletiyordu. Bu politika Japonya için olumlu sonuçlar verdi ve bölge ülkeleri içinde ihracatını artırarak rekabet üstünlüğünü elde etmiş oldular.
Çin’in ekonomik olarak güçlenmesiyle küresel denge hızla Asya’ya kaydığı bir gerçek. Çin’in yakında dünyanın en büyük ekonomisi haline geleceği kuvvetle muhtemel. Dolayısıyla uluslararası sistem tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru koşuyor.
Başta ekonomist Mahfi Eğilmez olmak üzere birçok analistlerin öngörülerine göre; eğer kur savaşlarının ardından ithalatı kısıtlayıcı önlemler gelirse dünya ticareti daha daralabilir. Kapitalist sistemin temel kabullerinden biri, uluslararası ticaretin artmasının genel refahı artıracağı kabulü. Bu kabul doğruysa uluslararası ticarette yaşanacak sürekli daralmalar küresel sistemde genel refahın düşmesine yol açar. Kur savaşlarının kazananı olmaz. Neticede kur savaşlarıyla başlayan finansal gelişmeler kapitalizm küreselleştikçe dünyadaki sıkıntıların daha artacağını ortaya koyar.
Kur merkezli politikalar
Analistler, IMF ve Dünya Ticaret Teşkilatı gibi uluslararası kurumların kur savaşlarıyla ilgili tedbirler almaları ve küresel ticaretin önünün açması gerektiğini dile getiriyor. Aynı analistlere göre, kur savaşları neticesinde bir ülkenin ekonomik durumu iyileşirken, diğerleri ise bundan zarar görülebiliyor.
Analistler, döviz piyasalarının riskli bir alan olduğunu, yatırımcısının sürekli kur riski taşıdığını, hiçbir yabancı para biriminin piyasayı yenemediğini hatırlatırken döviz fiyatlarının, makroekonomik değişkenlere bağlı olarak değişebileceğini, fiyatlar genel seviyesi, faiz oranları veya kamu borç stokunun bu belirleyicilerinden bazıları olduğunu kaydediyor.
Riski bol olarak gösterilen döviz piyasasının asimetrik bilgiyle çalıştığının altını çizen analistler, eksik bilginin olduğu bir piyasada etkinlikten söz edilemeyeceğini, bazı durumlarda ulusal paranın olması gerekenden daha değerli veya daha az değerli olabileceğini, Türkiye’de döviz fiyatlarının yabancı döviz arz ve talebi ile serbest piyasa koşullarında belirlendiğini, döviz piyasalarında fiyatların tesadüfi gerçekleştiğini, burada yüksek kazançlar elde edilebileceği gibi yüksek batışların da gözlenebileceğine yönelik uyarılarda bulunuyor.
Diğer taraftan Türkiye gibi gelişen dışa açık ülkelerin dış ticarette rekabet gücünü koruyabilmeleri için bir yandan doğru kur politikaları yürütmelerini salık veren analistler, Ar-Ge ve inovasyona önem verilerek reel çıktılar üzerinde rekabet gücü elde etmenin yollarının aranmasının önemine vurgu yapıyorlar.
Kur savaşında ne yapılmalı
Türkiye’nin küresel kur savaşları sebebiyle kargaşa ortamında kalmaması için, diğer ülkelerle iyi siyasi ilişkiler kurması gereğini ortaya koyan analistler, ülkenin Transatlantik Ticaret Anlaşması’na benzer küresel entegrasyonların dışında kalmamaya özen göstermesi gerektiğine işaret ediyorlar.
Aynı anlayış doğrultusunda TCMB’nin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Merkez Bankası ile işbirliği mutabakat anlaşması çerçevesinde Türkiye’ye 10 milyar dolarlık bir fonun ayrıldığının duyurulmasıyla dolar/TL kurunun yeniden aşağı gelmesi piyasalara bir nebze güven veriyor.
BAE gibi çeşitli ülkelerle yapılacak anlaşmaların dolar/TL kurunu daha da düşürebileceğine vurgu yapan analistler, bir günde yüzde 7 oranında değer kazanarak 11,8 seviyelerine gerileyen TL’nin buna benzer anlaşmalarla kur bazında normal seviyesine döneceğine dikkat çekiyorlar.
Türkiye’nin sadece birkaç haftada yüzde 42 üzerinde değer kaybeden parasına rağmen piyasalarla ilişkilerin devam ettiği, Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) banka müdürleriyle biraraya gelmesi ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Mehmet Ali Akben ile birlikte Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun banka yöneticileriyle buluşacağına dair haberlerin gelmesi piyasada dövizin ateşini soğutuyor.