Emek ve çalışma dünyası
Bilindiği üzere, 2009 yılından bu yana 1 Mayıs'lar, Emek ve Dayanışma Günü olarak resmi tatil ilan edilmekte, tüm yurtta kutlanmaktadır. İşgücü ve emek dünyasının derinlikli konu ile boyutlarını, sadece belirli günlerde ele alarak tartışmanın yetersiz kalacağı, herhalde hepimizin ortak görüşü olmak gerekir.
Bununla beraber, böyle özel
günlerde belirli konuların ortaya konulması; seçilmiş unsurların gündeme
getirilmesinde fayda bulunmaktadır.
Son dönemlerde hakim olan
global yapılanma ve trendler temelinde, “işçi sendikacılığı” anlayış ile
uygulamalarında önemli değişimler yaşanmıştır. Militan ve sekter yaklaşım ile
radikal duruşlar törpülenmiş; meselenin tüm boyutlarıyla ele alınıp, kavrandığı;
daha gerçekçi bir profile doğru yol alınmıştır. Sadece “isteyen ve talep eden”,
hemen her zaman “mağdur rolünü benimseyen” bir duruş ile gerçekçi ve
sürdürülebilir istihdam politikalarına ulaşmak adeta imkânsız hale gelmiştir. Bizzat
sendika yapılanma ve yönetimlerinde, kelimenin gerçek anlamı ile daha “demokratik”
platformlara doğru alınacak çok mesafe bulunduğu bir gerçektir.
Ülkemizde, Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı güncel istatistiklerine göre 13 milyon 500 bine yaklaşan
sayıda işçi bulunmakta olup, bunların yüzde 14’ünden azı “sendikalı işçi”
statüsündedir. Amerika Birleşik Devletlerinde yüzde 12 düzeyinde seyreden
sendikalaşma oranı, İskandinav ülkelerinde yüzde 65’i geçmektedir.
Yasal ve ekonomik hakların
iyileşmesi bakımından sendikaların fonksiyonu düşünüldüğünde; sendikalı çalışan
ücretlerinin, sendikalı olmayanlara göre yüzde 30-40 daha fazla olduğu
görülmektedir.
Ülkemizdeki esas
problemin; “kayıt dışı istihdam” olduğu bilinen bir gerçektir. Son dönemlerde
kayıt dışı istihdam oranlarının, yüzde 55’lerden, yüzde 30’lara çekildiği
görülmekle birlikte, esas hedefin süratle yüzde 15’ler seviyesi olarak
gerçekleştirilmesi önem taşımaktadır. Kayıt dışılıktaki 1 puanın sosyal güvenlik
maliyeti, 2 milyar lira olarak hesaplanmaktadır.
Sistemin dışında kalan
kayıtsız iş görenin, üretilecek çözüm ve iyileştirmelerden yararlanma imkanı
olmadığı gibi, bizzat sistemi dejenere eden yapının bir parçası haline gelme
talihsizliğine mahkum edileceğini bilmeliyiz. Maalesef, “günü kurtarma telaş ve
endişesinin, geleceğe yatırım ve ortak dayanışmadan kaynaklanan feraseti
gölgelediği” durumlarda, bizzat iş gören, kayıtsız ve hukuksuz sürecin bir
ortak ve işbirlikçisi konumuna mahkûm olmaktadır. Tüm bu sıkıntıların bertaraf
edilmesi için temel şart, kayıt dışılık ile uzun soluklu ve kararlı
mücadeledir.
Türkiye OECD ülkeleri
arasında haftalık çalışma süresi bakımından, 47.7 saat ile birinci sırada yer
alıyor; ülkemizde çalışanların ortalama haftada 3 saat fazla mesai yaptığı
görülüyor. Bir başka tespite göre, ülkemizde her üç çalışandan birisi haftada
50 saatin üzerinde mesai harcıyor. OECD ülkeleri arasında haftalık çalışma
süresinin 36.6 saat olduğu göz önüne alınırsa söz konusu durum, daha keskin bir
şekilde ön plana çıkıyor. Üstelik, sektörlere göre değişen “işgücü verimliliği”
rakamlarına bakıldığında; Türkiye’de, “daha çok çalışan (mesai harcayan), daha
az üreten (katma değer yaratan)” bir profil ortaya çıkıyor. Öte yandan işverenlerimiz,
toplam verimliliği arttırmanın yegâne yolunun, iş görenleri; aynı ücret düzeyi
ile daha uzun müddet çalıştırmak olduğu gibi sakat ve sürdürülemez bir yanlış
anlayışa saplanıp kalmışlar gibi gözüküyor.
Almanya - Russelsheim’da
kurulu ve Avrupa verimlilik rekorlarının sürekli sahibi tanınmış otomotiv
fabrikasında, işçi ve ustabaşıların neredeyse tamamının Türkiye kökenli olduğu
gerçeği göz önüne alındığında; problemin “bizden kaynaklanmadığı”, temel
problemin “sistem bazlı” ortaya çıktığı herhalde tartışılamaz. Gerçekten,
dünyanın en rekabetçi firmaları, yüksek prestijli üniversiteleri ve ileri
araştırma kuruluşlarında ön kulvarda koşan; değer yaratan ve hatta “performanslarıyla
parmak ısırtan” Türk insanı iş göreni ile ilgili sistematik bir zaafiyet
aramamak gerekir.