Dolar $
32.42
%-0.32 -0.1
Euro €
34.96
%-0.34 -0.12
Sterlin £
40.51
%-0.75 -0.3
Çeyrek Altın
4092.28
%0.61 24.65
SON DAKİKA
Son Yazıları

Zorluklardan yılmayan iki devlet adamı

03 Nis 2019

Âli ve Fuat Paşalar, ciddi siyasî güçlüklerin önünde bulunmaktan kaçınmadılar. Türkiye'de yeni bir siyasî dönemin gelişmesine sebep olan Kırım Muharebesi, 1856 Paris Antlaşması, gerçekten halledilmesi çok zor önemli meselelerden idi. Bağlı olduğu dinin dışındaki inançlara bile hürmet eden Âli Paşa, "Makamat-ı mukaddese" adını almış olan bu siyasî komedyayı ciddi bir konu olarak ele alarak; kesinlikle hiçbir şeye razı olmamak ve hiçbir şeye karşı memnuniyet göstermemek azm-i kavisiyle (gayret ve kararlılığı ile) işe girişmiş olan iki muarız tarafı memnun etmeye büyük bir sabır ve maharetle çalışıyordu.

Bab-ı Âli, Lehistan ayaklanmasının gerçek önemi ve düşmanlarının kuvvetleri hakkında pek yanlış fikirler edinmiş ve bunda hata etmişti. Fakat ihtilâl, dört bir tarafa sirayet edince Osmanlı hükümeti bu isyan ve karışıklık yüzünden düşmüş olduğu ümitlerin anlamsız olduğunu görerek hatasını anladı. Bu sebepten biraz endişeye düştü. Gerçi Avusturya ve Rusya İmparatorları yalnız Leh asilerinin iadesini taleple yetindiler ise de Rus siyasetçileri âdetleri olduğu üzere bu talebi pek haysiyetsiz bir şekilde ortaya koyduklarından Türkiye bunu kabul edemezdi.

Görüşmeler epeyce uzamıştı. Mösyö de Titoff ile Prens Radziwil, Fuat Paşanın Eflâk'tan ayrılmış olduğunu ve Padişah tarafından Rus Çarına hitaben yazılan özel mektubu teslim etmek üzere Petersburg'a gelmek üzere bulunduğunu büyük bir öfkeyle öğrendiler. Fuat Paşa, Saint-Petersburg’a gelir gelmez işi Türkiye'nin isteği doğrultusunda halletti. Çar, Leh mültecilerinin bulundukları vilâyetlerde hapsedilmelerine razı oldu. Doğrusu aranırsa bu sırada bir İngiliz filosu da, Karadeniz'e harekete hazır bir şekilde Çanakkale'de demirlemiş idi.

TÜRKİYE’Yİ VARTADAN KURTARDI

Çar, İngiliz Filosundan kesinlikle haberdar olmadığını sonradan iddia etmekten geri durmamış ise de Fuat Paşa'nın Petersburg'daki kolay ve hızlı başarısına İngiliz Filosunun hayli etkili olduğu kesin görünmektedir. Her hâlde daha kesin bir şey varsa, o da siyasî dehanın Türkiye'yi bu vartadan kurtarmış olmasıdır.

Bir süre sonra Fuat Paşa, Mısır Hidivi Abbas Paşa’nın yanına gönderildi ve çok geçmeden Mısır'da Tanzimat-ı Hayriye'yi ilân ettirdi. Halbuki Hidiv bu ilânı, ilân edildiği tarihten beri bilerek ve isteyerek ilân etmemiş ve geciktirmişti. Fuat Paşa bu başarıyı elde etmek için Hidive kayd-ı hayat şartı ile o kadar ayrıcalıklar sağlattı ki, söz konusu ayrıcalıklar hemen hemen istiklâle (bağımsızlığa) yakındır. Doğrusu Türk siyaseti gayet şanslı görünmektedir. Başarılarından çoğu, açık yenilgilere eşit olmakla beraber, şöhret ve kamuoyunun güvenini kazanmasına pek yardım etmişlerdir.

SİYASİ GÜÇLÜKLERE GÖĞÜS GERDİLER

1852 senesinde Âli Paşa ilk defa olmak üzere sadaret makamına, Fuat Paşa bir müddet dahiliye nezaretine, sonra da hariciye nezaretine tayin olundular. İşte iki Türk hükümet adamının mizaç ve yaratılışlarının aykırılığına rağmen, böylece aralarında kalıcı olan yakınlık ve beraberlik bu tarihte başlar.  Söz konusu birliktelik; şahsî iktidarlarından, birbirlerinin güven ve itimadından, siyasî zorlanmalardan ve görünüşe göre biraz da makam ve itibarı koruma hırs ve arzusundan doğmuştur.

Böylesine yüksek seviyede bulunan muktedir kişiler; aleyhlerinde döndürülen entrikalara, kendilerine atfedilen isnad ve iftiralara velhasıl bin türlü olaylara karşı birbirlerini korumak ve savunmak mecburiyetindedirler.

Âli ve Fuat Paşalar, ciddi siyasî güçlüklerin önünde bulunmaktan kaçınmadılar. Türkiye'de yeni bir siyasî dönemin gelişmesine sebep olan Kırım Muharebesi, 1856 Paris Antlaşması, gerçekten halledilmesi çok zor önemli meselelerden idi. Bağlı olduğu dinin dışındaki inançlara bile hürmet eden Âli Paşa, "Makamat-ı mukaddese" adını almış olan bu siyasî komedyayı ciddi bir konu olarak ele alarak; kesinlikle hiçbir şeye razı olmamak ve hiçbir şeye karşı memnuniyet göstermemek azm-i kavisiyle (gayret ve kararlılığı ile) işe girişmiş olan iki muarız tarafı memnun etmeye büyük bir sabır ve maharetle çalışıyordu.

YANYA AYAKLANMASINA MÜDAHALE ETTİ

Fakat bu sırada gerçekte ve görünüşte hiçbir sebep olmadığı hâlde adı geçen birdenbire önce İzmir’e ve sonra da Bursa'ya valilik görevi ile sürüldü. Fuat Paşa ise Makamat-ı mukaddeseye dair neşretmiş olduğu bir risale ve Fransa ile mevcut sözleşmelere uymak şeklindeki azm-i kavisi ile Rusya'nın bütün bütün düşmanlığını izhar etmesine sebebiyet veriyordu. Hatta bunun üzerine Rusya sefiri Mençikof usulüne uygun bir şekilde sadrazamı ziyaret ettiği bir sırada, Hariciye nazırı ile de görüşmesi gerekirken; Nazırın kendisini özel merasimle kabul edeceğini  ve bunun için büyük hazırlık yapıldığını bildiği hâlde, teşrifat memurlarının davetine rağmen Sadrazam’ın yanından çıktıktan sonra çekip gitmiştir. Bu tahkir üzerine Fuat Paşa, Hariciye Nazırlığı’ndan çekilmiş ise de işe karışmaktan geri durmamıştır. 1854 senesinde Ömer Paşa nezdine müfettiş olarak gitmiş, fakat arası çok geçmeden Yanya ayaklanmasını teskin etmekle görevlendiriliyordu. Fuat paşa, burada yalın kılıç isyancı takibine koyularak, icabında sefer adamı olduğunu da ispat eyledi.

 PARİS ANLAŞMASINI ÜZÜLEREK İMZALADI

Gerçi iki siyaset arkadaşı olan Âli ve Fuat Paşalar, birkaç gün ara ile iktidardan uzaklaşmış olmakla beraber, 1864 senesi sonlarında hemen bir günde yüksek memurluklara getirildiler. Âli Paşa Tanzimat meclisinin yeniden kurulması üzerine bu meclisin başkanlığına, Fuat Paşa ise üyeliğine tayin edildiler. Fakat 1855 senesinde Âli Paşa Sadrazam oluyor; Fuat Paşa ise vezirlik rütbesi ile tekrar hariciye nezaretine nasbediliyordu.

Hayatlarının bu hengamında Osmanlı devlet adamlarının Batı devletleri ile sürmekte olan görüşmelere katılmalarından ve özellikle Viyana ve Paris kongrelerinde Âli Paşa'nın göstermiş olduğu dirayet ve maharetten ayrıntılı olarak bahsedecek değiliz. Adı geçenin Paris antlaşmasını teessüfle imza etmiş olduğu söylenir. Halbuki bunun anlaşılması zor bir şey değildir.

Zira Antlaşmanın 24. maddesi Boğdan eyaletinin teşkilâtına ait idi. Âli Paşa, söz konusu eyaletin birleşerek yarı bağımsız bir şekil almalarını devlet için bir zaaf vesilesi kabul ettiğinden bütün gücüyle bu maddenin aleyhinde bulunmuştu. Olaylar, Âli Paşa'nın düşüncesinde yanılmamış olduğunu ispat eyledi. Gerçi bu konu hakkında Bab-ı Âli ile Batılı devletler arasında zuhur eden uzun anlaşmazlıklar, Osmanlı hükümetini çok çaresiz bırakmıştı.

GÜLHANE HATT-I HÜMAYUNU

Âli Paşa adına en çok şöhret kazandıran icraatlardan biri de, 18 Şubat 1856 tarihli Hatt-ı hümayun’un (Padişah fermanının) çıkarılmasıdır. Bu Hat “ Gülhane Hatt-ı Şerifi”nin tamamlayıcısı, daha doğrusu başka bir şekilde tekrarından ibarettir. Paris Antlaşması, bu yeni sözleşmenin “olağanüstü önemini” tasdik etti. Halbuki bu Hat’tın çıkarılma biçimi düzenleme şekli, sırf bu tasdik amacının elde edilmesi idi. Çünkü; barışın sağlanması için yakında toplanacak olan kongreden evvel, Rusya tarafından ileri sü­rülmesi kesin, şikâyetleri geçersiz kılmak ve Ruslar tarafından öncelikle ileri sürülecek olan delilleri ve belirtileri yok etmek önemli bulunmaktaydı.

1856 Hatt-ı Hümayunu (Islahat Fermanı), ilk Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi ıslahat ve teşkilâtın öyle az zamanda gerçekleşemeyeceğini ortaya koymakta idi. Esasen Âli Paşa, İngiliz hükümetine göndermiş olduğu bir muhtırada bu gerçeği açık ve maharetli bir şekilde açıklayarak hızlı ıslahatta bulunmak teklifinin zorluğunu, Osmanlı ülkesinin bağımsızlığının ve ülkenin bütünlüğünün korunması ve devamı tarzında Batı ülkeleri tarafından ortaya konulan arzu ve niyete tamamen karşı olduğunu ortaya koşmuştu.

Hatt-ı Hümayun’un ihtiva ettiği vaatler henüz icraya konulmamış iseler de, Türkiye'yi himayele­rine almış olduklarını pek sınırlı bir şekilde ilân eden hamileri bir dereceye kadar iskat edebilirdi. Son Hatt-ı Hümayun, mükemmeliyet ve önemine rağmen eski hâl ve durum üzere kalmasından başka bir sonuç vermemiş, fazladan olarak Âli Paşa ile Reşit Paşa arasına ciddi bir ihtilâf sokmuştu.[15] Reşit Paşa ölünceye kadar bu ihtilâftan kendini alamamış ve hatta evvelce kendinden sadır olan hareketi inkâr edercesine 1856 Hatt-ı hümayununu tenkitten, hükümlerine itirazdan kendini alamamıştır. Reşit Paşa'nın bu konuda hangi sebepten dolayı böyle davrandığı bilinmez. İhtimal ki "Gülhane Hatt-ı hümayununu ortaya koyan kişi, elinde olmayarak kıskançlığa tabi oluyor ve ihtimal ki sırf siyasî güçlükleri bir zamancık olsun bir tarafa itmek için yapılan vaatlerin fayda yerine zarar verdiğini ve böylece düşünmeden ortaya çıkan taahhütler üzerine Bab-ı Âli'nin pek inatçı müdahalelere maruz kaldığını öğrenmiş bulunuyordu.

Türkiye'nin Avrupa devletler zincirine kabulünden beri geçen otuz sene zarfında iki yeni dönem göze çarpmaktadır. Âli Paşa Hatt-ı hümayunu ile başlayan ikinci devre ise Türkiye'nin rahatlık görmüş olduğu bir zaman değildir.

MÜLKİ VE İKTİSADİ ISLAHAT (REFORM)

1856 tarihine kadar Avrupa baskısı altında yaşayan Türkler, ıslahat yapılmasına, Avrupa başa­rısını kabule çalışıyorlardı. Fakat bu biçim çalışmaları, Avrupalıların nüfuz çatışmalarından dolayı başarısızlığa uğramaktan geri kalamazdı. Halbuki 1856 senesinde artık Batılıların vesayetinden çıktıkları kabul edilmiş ise de, bu defada medeniyetin şartlarına  - velev ki bu şartlar millî gelenekleri­ne aykırı olsun - uymaya mecbur; tembellik ve duraksama gösterir gibi olduğu zaman bin türlü teh­dide maruz kalmaya başlamıştır.

Gülhane Hatt-ı hümayunu ile başlayan birinci dönem; yalnız siya­setle alâkalı olduğundan Avrupa kabinelerinden başkasını meşgul edemezdi. Halbuki ikinci devre, siyasî olmakla beraber; büyük bir ehemmiyet-i maliyeyi de içine aldığından bütün sarraflar kesimini de ilgilendirmektedir. Böylece, günden güne artan ihtiraslı beklentileri, Türkiye üzerine yönlendirmektedir. Eskiden, Türklerden siyasî ve mezhebî ıslahat istenirdi. Şimdi ise; mülkî ve iktisadî ıslahat yapılmasında ısrar ediliyor. Ezkaza, Türkler çeşitli isteklerin yerine getirilmesinde biraz taallül (bahane-kaçınma) gösterip, Avrupa tarafından kendilerine ihtarat (hatırlatma) vakî olsa padişahın dikkatini çekmek için derhal tertiplenmiş entrikalar baş gösterir.

GALATA BANKERLERİNDEN BORÇLANIYORUZ

1859 senesi Eylülünde idi ki bir sabah Avrupalılar, İstanbul'da büyük çapta bir ihtilâl hareketi keşfedilmiş olduğunu hayretler içinde istihbar ettiler. Nazırlar (bakanlar) aleyhine düzenlenmiş olan bu ihtilâlin faillerinin, yine bakanlardan kurulmuş bir heyet huzurunda muhakeme edilecekleri öğrenilince herkes ihtilâlcilere beyan-ı tevcihata başladı.

İhtilâl hareketinin liderleri, hükümeti ıslah etmek gerektiğini ve devleti yok olmaktan kurtarmak için de yolsuzlukların önünün alınmasını istemişlerdi.

İki ay sonra Padişah, ihtilâlcilerin programını kabul ile, onunla amil olurcasına bakanlar kurulunda şu tekdirnameyi okutuyordu: "Osmanlı malî itibarının bir takım yolsuzluklar ile zarara uğratılması, Türkiye'yi geçirmekte olduğumuz buhrana sevk etmiştir. Günden güne ortaya çıkan gereklilikler ve ihtiyaçlar, Galata tüccarlarından pek ağır şartlarla borçlanılmasını ve bir çok kaime ihracını (kâğıt para çıkarılmasını) gerektirmiştir. Alınan tedbirlerin hepsi, gerek dahilde ve gerekse hariçte devlete hiç güvenilmemesi gibi bir sonuç vermiştir. Varidat-ı umumiyenin harcanmasında görülen düzensizlik, durumun bütün bütün vehamet kazanmasına sebep olmuştur. İla..."

OSMANLI’YA BATIDAN AĞIR SUÇLAMA

Bu beyannameden sonra Âli Paşa işe girişmiş ve devlet masraflarının ciddî bir şekilde teftişini, özellikle düzensizliği ile devletin başına her gün kaile açan Hazine-i hassa[16] gelir ve giderlerinin kontrola tabi tutulmasını Bakanlar kurulundan istemişti. Bir hafta sonra Âli Paşa, Sadaretten (Başbakanlıktan) aniden azlolundu. O zamanlar Türkiye'de ıslahat yapmaya kalkışan bir vezir için bu gibi aziller (uzaklaştırma-görevden alma), fevkalȃde durumlardan sayılmış değildi. Bu defa Âli Paşa yalnız olarak ayrıldı.

Fuat Paşa ise; Nazırlıkta kalmakla devleti, uğramış olduğu kötü bir durumdan kurtararak pek büyük bir hizmet yapıyordu. Suriye'de İslâm ve Hıristiyan halk arasında 1860 senesinde meydana gelen üzüntü verici olaylar,[17] Avrupa hükümetleri üzerinde pek kötü bir etki meydana getirmişti. Batı devletleri Türkiye'yi iktidarsızlık, hüsn-ü niyetsizlikle suçlayarak Fransa'nın teklif ve girişimi üzerine mücadelede bulunacakları bir sırada, Fuat Paşa üç bin kişi ile Suriye'ye koştu.

Doğrusu bu defa Fuat Paşa, kendisine verilen bu iş kadar tehlikeli bir memuriyet üstlenmemiştir. Zira bir taraftan cebir, şiddet ve tehdit göstermek gerektiği hâlde; diğer taraftan merhamet ve yumuşaklığı elden bırakmamak icap ediyordu. Bir başka taraftan da sür'atle asayişi sağlayarak ülkeyi Avrupa müdahalesinden kurtar­mak ve parlak icraatlarla kamuoyunu yatıştırmak gerekli görünüyordu.

FUAT PAŞA FRANSIZLARI SUSTURUYOR

Fuat Paşa, bu çeşitli düşünceleri uzlaştırmayı başardı. Suriye'ye gelir gelmez olaya sebebiyet verenlerin bir çoğu kurşuna diziliyor, Şam vilȃyet meclisi üyeleri muhakeme altına alınıyor ve hat­ta hadisenin çıkışında acele tedbirler almaya başvurmayan Vali Ahmet Paşa Bey bile idam olunuyordu.

Ahmet Paşa gayet mütefennin (bilgin) olmakla beraber Fuat Paşa'nın aziz ehibbasından (kıymetli dostlarından) idi. Bu kabil icraat üzerine kimsenin bir şey demeye hakkı kalmadı.

Mamafih Fransa, Suriye havalisine küçük bir seferî askeri güç gönderdi. Fakat Fuat Paşa, Fransız askerinin gelişinden çok evvel Suriye'ye gelmiş ve icraata başlamıştı.

Fransız kumandan, Fuat Paşa'nın isteği dışında şûriş (kargaşa) faillerini takip için Lübnan'a gitmeye karar verdiği gün; Fuat Paşa askerin başına geçiyor ve daima önden hareket ederek Fransızların yapmaya karar verdikleri şeyi bir gün öncesinden yapmış bulunuyordu. Bu durumda Fransız sefer heyeti bir sonuç vermemiş oldu. Sıra tazminat konusuna gelince, Fuat Paşa burada bütün maharetini ve gücünü sarfederek Fransızları susturmayı başardı.

Bu cümleden olarak Fransız Konsolosu tazminat miktarının 150 milyon kuruş olmasını istiyor, komisyon ise bu miktarın bir se­nede halktan toplanıp verilmesinde ısrar ediyordu. Fuat Paşa bu istek ve ısrarları birer birer berta­raf ederek tazminat olarak 75 bin milyon kuruş ve bu meblȃğın ödenmesine dair Bab-ı Âli ile uyuşulmasını teklif ediyor ve kabul ettiriyordu. Acaba bu miktarın ne kadarı ödenmiştir, burası bilin­memektedir.[18]

ARDI ARASI KESİLMEYEN AZİLLER

Bu sıralarda Osmanlı Sultanlarının Otuz ikincisi tahta geçiyor,  teb’ayı ve efkȃrı  değişik fikir ve yorumlara meydan veriyordu. Mamafih, Sultan Aziz'in de pek az zamanda selefleri gibi maiyetindekilere ve eskilere kanmış olduğu muhakkaktır. Padişah tahta yeni oturduğu ve hükümet olduğu günlerde, iki vezire izhar-ı infiȃl (gücenme- darılma) etmiş ve bu infiȃlin sonucu olarak Âli ve Fuat Paşalar gizli tezvirat (arabozuculuk) üzerine ikide birde azl edilmişler ise de; siyasi durumların almış olduğu kötü durum, akıl ve dirayetlerine, Avrupa siyasetindeki tecrübelerine lüzum hissettirmiş ve günden güne ortaya çıkan zorlukların göğüslenmesi için Türkiye'den, başka bir kimsenin çıkmayacağı anlaşılmıştır.

Bu iki zatın pek çok kişi düşmanı olmuş ise de, karşılarına bir tek rakip bile çıkamamış ve münavebe (nöbet) ile Başbakanlık, Hariciye Bakanlığı yaparak, bu­gün hâlâ efkȃr-ı müdekkike sahibi (dikkat sahibi- araştırmacı) kişileri endişelendiren zorluklara karşı durmuşlardır. Bu zorluk son ola­rak maliyede ortaya çıkmış, Âli ve özellikle Fuat Paşalar bütün gayretlerini sürekli bu noktaya sarf etmişler ve malî işlerin düzeltilmesini üzerine alan Fuat Paşa bu hu­suslarda pek çok hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunun içindir ki bu son zamanlarda Türkiye'nin ma­lî şartlarının ne renk almış olduğunu bilmek faydadan hali değildir.

……………………………………….

DİP NOTLAR…

[15] Ali Fuat TÜRKGELDİ tarafından Paris Kongresi hakkında: “Devlet-i Aliyye muharebenin illet-i ulası olduğu halde harbin neticesi kendisi için büyük bir netice temin etmemiştir. Çünkü bu harbde kuvve-i askeriyeleriyle muavenette bulunan devletler Türkiye’nin muhafazasını Avrupa muvazene-i umumiyesinin şerait-i esasiyesinden addetmekte iseler de tevsi’ ve takviyesini düşünmemekte idiler. Hatta daha muharebenin bidayetinde Viyan’da tanzim eyledikleri protokolde “ devletler, muharebe-i hazıranın şarktan iki devletin hudud-u mülkiyesince zaman ile takarrur etmiş olan ve düvel-i sairenin huzur ve rahatı için de labud addedilen hal-i hazırın tağyirini mucip olacak surette ta’dilatı intaç etmeyeceği hakkındaki teminatı memnuniyetle telakki eylemişlerdir.” Denilmiş idi. Bu sebeple Paris’te akd olunan kongrede devletler, tebaa-i hıristiyaniyye lehinde ve Türkiye aleyhinde tedabir ittihazında tereddüt etmemişlerdir.

Paris Muahedenamesinde Devlet-i Aliyyenin tamamiyet-i mülkiyesi yedinci madde ile taht-i tasdika alınmıştır. İbtida Devlet-i Aliyye’nin Avrupa hukuk-i umumiyyesi ve cemiyet-i düveliyesi menafinden hissedar olacağı beyan edilmiştir. Bu mübhem ibarenin kıymeti nedir? Eğer Türkiye’nin hukuk-u düvel kavaidine tabi’ olacağını ifham ediyorsa bi-lüzumdur. Hâlbuki buna başka türlü mana vermek de müşküldür. İhtimal ki, ba’zı kere barbar bir hükümet gibi muamele edilen Babıâli hakkında bir ta’biri nazikâne olmak üzere isti’mal edilmek istenilmiştir.” Şeklinde bir değerlendirmede bulunmaktadır. (TÜRKGELDİ; Ali Fuat, Mesâil-i Mühimme-i Siyasiyye, Yayına hazırlayan: Bekir Sıtkı BAYKAL, Cilt I. TTK, Yayınları. Aakara,1960. s. 143.)

Burada da görüldüğü gibi ülkemiz bugünkü ifadesiyle Avrupa Birliğine kabul edilmiş, Bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü teminat altına alınmıştı. Ancak bir devletin ömrü açısından çok kısa bir süre sonra Osmanlı devleti yıkılmış, toprakları da aynı devletler tarafından paylaşılmıştı. B: T.

[16]  Hazine-i Hassa: Padişahların şahsi gelir ve giderlerine ait işlerle uğraşan teşkilatın adıdır. Bu teşkilatın başında, Hazine-i Hassa Nazırı bulunur. Nazır unvanı 1908 tarihinden itibaren Genel Müdürlüğe dönüştürülmüştür. B. T.

[17] Lübnan, Ortadoğu’nun istikrarında;  Ortadoğu ise uluslar arası barışın ikâmesinde bugün olduğu gibi, dün de önemli bir yer tutmuş jeostratejik bir bölgedir.

Zira Lübnan, gümrah sedir ormanlarına sahip korunaklı dağları; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına ulaşım imkânları sağlayan Akdeniz’deki ticari liman ve geçitleri; dinler ve kültürler arası etkileşimin bu topraklar üzerinde bıraktığı kültürel birikimi ile yeryüzünün önemli bir coğrafyası üzerine oturmuştur. 

Sahip olduğu bu önemli konumu itibariyle de Fenikelilerden başlayan tarihi süreçten itibaren; Asurluların, Babillilerin, Perslerin, Makedonyalıların, Romalıların;  Hz. Ömer zamanında Suriye’nin fethiyle (643) İslam devletinin;  1517 yılında Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafında alınmasıyla da (400 yılı aşkın bir süre) Osmanlıların egemenliği altında yaşamıştır.

Osmanlı devletinin Ortadoğu üzerindeki genel hâkimiyetiyle birlikte; İslam ordularının fetihleri ile başlayan, Selçuklular döneminde yoğunlaşarak devam eden Haçlı saldırıları son bulmuş ve Ortadoğu’nun ortak kimliği İslam dininin genel prensiplerinden beslenen Osmanlının hoşgörüsü etrafında bütünleşerek yeni bir jeokültürel yapıya kavuşmuştur. Böylece bölge, geçmişin kanlı çatışmalarından uzak ve uzun bir istikrar dönemi geçirmiş; ancak yine de Batılıların ekonomik, kültürel etkinliklerinden, diplomatik gerginliklerinden, siyasî kışkırtma ve saldırılarından kurtulamamıştır.

Challemel Lacour’un burada “Suriye olayları” diye sözünü ettiği ve “üzüntü verici” diye tanımladığı ve gerçekten de üzüntü verici olan bu olaylar; bizim tarihimizde daha çok “Cebel-i Lübnan” olayları diye bilinen Dürzî ve Marunî çatışmalarıdır. Bu olaylarda, İngiltere’nin destekliği Dürzîler, eskiden beri Fransa tarafından himaye gören ve Katolik mezhebinden olan Marunîlerin üzerlerine saldırarak bu acı olayların meydana gelmesine sebep olmuşlardır. Bu olaylar karşısında Osmanlı devletinin gösterdiği hassasiyet Lacour tarafından da burada anlatılmaktadır. Kaldı ki bölgede meydana gelen olaylar bununla da sınırlı değildir. 1858 yılında da Cidde’de bir kısım halk, Hıristiyan halkın üzerine yürümüş, Fransız ve İngiliz konsolosları öldürülmüştü. Bu olaylara Fransa ve İngiltere’nin verdiği cevap ise, savaş gemilerini Cidde şehri üzerine göndererek bütün şehri bombalatmak şeklinde olmuştur.

1856 Paris Antlaşması ile “Tam bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü” tanıdıklarına dair antlaşmanın daha mürekkebi bile kurumadan meydana gelen bu olayları, Batılıların iyi niyetiyle bağdaşmadığını, Osmanlı devletini yönetenlerin de geleceği tahmin edemediklerini geçen yıllar göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrası çizilen Ortadoğu haritası ve nüfuz bölgeleri ile tarih de buna tanıklık etmiştir.  Bekir TURGUT

[18] Lacour, burada meydana gelen Cebel-i Lübnan olaylarının ekonomik sonuçlarından bahsederken; siyasi sonuçlarına değinmemektedir. Hâlbuki bu olayların siyasi sonuçları, ekonomik sonuçlarından daha önemlidir.

Zira Dürzîlerin cezalandırılması, Marunîlere ödenecek tazminat miktarının takdiri ve Lübnan’a ilişkin yeni bir yönetim biçiminin tespiti konularında kararlar vermek üzere; İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya, Prusya ve Osmanlı devletlerinin temsilcilerinden oluşan bir komisyon kurulmuştu.

Söz konusu komisyonun çalışmalarının ağırlık noktasını ise, idarî düzenin tesisine ilişkin esasların belirlenmesi oluşturmuş Lübnan’ın Hıristiyan bir vali tarafından yönetilmesini esas alan “Lübnan Nizamnamesi” adıyla yeni bir yönetim biçiminin kabulü öngörülmüştür. Bab-ı Ali ve yabancı büyük elçiler tarafından hazırlanan, 9 Haziran 1861 tarihli Nizamname’nin öngördüğü bazı maddeler şöyledir:

-          “Cebel-i Lübnan, Bab-ı Ali’nin idaresindeki kuvve-i icraiyyenin (yürütme gücünün) bütün yetki ve görevlerine sahip bir Hıristiyan mutasarrıf tarafından yönetilecektir.

-          Halkı oluşturan unsurlardan (milletlerden) her biri mutasarrıfın maiyetinde bir vekil bulunduracaktır.

-          Her cemaat tarafından seçilmiş. İkişer üyeden oluşmak üzere merkezi bir meclis oluşturulacaktır.

-          Cebel 6 kazaya taksim olunarak, her birinde çeşitli cemaatler tarafından tayin olunacak 3 ile 6 üyeden oluşan bir meclis bulunacaktır.

-          Kazalar, mümkün mertebe aynı unsura mensup halktan oluşan nahiyelere ayrılacaktır. Her bir nahiyede her mezhep erbabı için bir sulh hâkimi, her kazada 3ile 6 üyeden oluşan bidayet mahkemesi (eskiden asliye mahkemeleri için kullanılan bir tabir. B. T.) seviyesinde bir adliye meclisi, liva merkezinde her bir cemaatten ikişer üye olmak üzere 12 üyeden oluşan büyük bir adliye meclisi bulunacaktır.” ( Ahmet Rasim, Age. C. IV. s. 2091)

……………………………………………

Yazarın Son Yazıları
Yazarın En Çok Okunan Yazıları