Yeni bir uygarlığın şafağını beklerken
İngiltere Dış İşleri Bakanı Arthur J. Balfour (1848- 1930), 2 Kasım 1917 tarihinde "Uluslararası Siyonist Hareketi"nin önderlerinden Lionel Walter Rothschild'e yazdığı mektupta: "Majesteleri'nin Hükümeti'nin Filistin'de Museviler için bir milli yurt kurulmasını" destekleyeceğini bildirmişti.
Tarihe “Balfour Bildirisi
veya Deklarasyonu” olarak geçen bu mektup bugünkü İsrail Devleti’nin
kurulmasına gösterilmiş ilk irade, temeline atılmış ilk harç ve Ortadoğu’nun
kaderini belirleyen bir belgedir. Tarihi olayları ihtimaller üzerinden
değerlendirmek bilimsel bir yöntem olmamakla beraber; “bu irade olmasaydı,
İsrail de olmazdı” diye bir yaklaşımdan da insan kendini alamıyor. Ancak,
sonrasında devam eden süreç, böyle düşünenleri de yanıltmamış, aksine haklı
çıkartmıştır.
Günümüzden tam bir asır
önce yazılan, etkileri ve sonuçları hala süregelen bu tarihi “Balfour Deklerasyonu”
hakkında; elbette siyaset, diplomasi ve devlet adamları ile tarihçiler bugüne kadar
çok şey söylemiş ve yazmışlardır.
Türk ve İslam dünyası
açısından en önemli yanı ise, Birinci Dünya Savaşı’nın daha devam ettiği ve
savaşın nihai sonuçlarının alınmadığı günlerde, Osmanlı topraklarında İsrail
devletinin kuruluş iradesinin ortaya konulmuş olması; İngiltere’nin
uluslararası hukuka saygısını anlatması, savaştan beklentilerini
anlamlandırması ve İngiliz diplomasisinin kıvraklığını göstermesi bakımından da
fevkalade önemlidir.
İngiltere aldığı bu
kararla kendisi için kısa, orta ve uzun vadeli birçok çıkar temin ettiği
açıktır. Zira, İngiliz diplomasisi daima ve tek kurşunla daha fazla hedefi
vurmayı, uzun vadeli kalıcı çıkarlar elde etmeyi her zaman bilmiştir.
Dolayısıyla İngiltere,
İsrail devletinin kuruluşu yönünde koyduğu bu irade ile bir taraftan Yahudi
diasporasının, diğer taraftan da ülkesinde en çok Yahudi barındıran Amerika
Birleşik Devletleri’nin desteğini almayı başarmış ve uzun vadeli olarak bu
sürecin devamlılığını sağlamak için Amerika Birleşik Devletleri’ni daha bir
asır evvel bu sürece dahil etmiştir.
Ataları, kiliselerimizin
avlularında gömülüdür.
Unutmamalıyız ki,
İngiltere ve Amerika geçmişte, siyasi çıkarları için tartışmış ve hatta
savaşmış bile olmakla beraber; bilhassa dil, kültür, ticaret ve hegemon güç
olma gibi konularda uzlaşmayı başarabilmiş bir geleneğin de sahibidirler.
Her iki ülkenin arasındaki
bu uzlaşının sebeplerini geçmişe ait tarihi kökenlerinde ve geleceğe yönelik
ortak çıkarlarında bulmak mümkün olabildiği gibi; Kraliçe Viktorya döneminin;
önemli devlet adamlarından “yayılmacı” ve “korumacı” politik kimliği ile
tanınan Josep Chamberlain’ın (1836- 1914) bir Kuzey Amerika seyahati sırasında;
1887 yılında Toronto’da yaptığı bir konuşmada daha açık bir şekilde görmek
mümkündür.
Chamberlain, dinleyicileri
de heyecanlandıran bu konuşmasına; “Ben, ait olduğum ülkeyle gurur duyan bir
İngiliz’im” diye başlamış ve şöyle sürdürmüştür:
“Ama yurtseverliğimizin
denizlerin ötesindeki Büyük Britanya’yı, İngiliz dilini ve İngilizlerin
özgürlük ve yasa sevgisini her yerde taşıyan genç ve canlı milletleri
kapsamadığı takdirde güdük kalacağına inanırım. Bu duygularım nedeniyle
Birleşik Devletleri yabancı bir ülke olarak düşünmeyi reddediyorum. Onlar bizim
etimiz ve kanımızdır... Bizim geçmişimiz onların geçmişleridir. Onların geleceği
bizim geleceğimizdir. Ataları, bizim kiliselerimizin avlularında gömülüdür.”
“Yüzyılın Anlaşması’nın
düşündürdükleri.
Filistin toprakları
üzerinde, İsrail devletinin kurulmasının önünü açan “Balfaur Deklarasyonu”ndan
100 yıl sonra; bir İsrail gazetesi, bugünlerde “Yüzyılın Anlaşması” olarak
anılan ve “Yeni Filistin” adıyla yeni bir devletin kurulmasını öngören bir
planın resmi olmayan maddelerini yayınladı.
Gazetede yer alan; fakat
Amerika Birleşik Devletleri, İsrail veya Filistin makamlarınca ise herhangi bir
açıklamanın yapılmadığı bu haber hakkında; bu aşamada yazmak ve konuşmak
elbette erken. Ancak insan, tarihi tecrübelere dayanarak; acaba bölge yeni bir
oldubitti ve Balfaur Deklarasyonu’n da olduğu gibi bir takım diplomatik
emrivakilerle karşı karşıya mı? Diye, düşünmekten de kendini alamıyor.
Zira, İsrail- Filistin
meselesinin çözümünü öngören ve bu Anlaşmayı destekleyen ülkeler arasında; ABD
ve Avrupa Birliği’nin yanı sıra; Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve
Mısır’ın bulunduğunu ve bu ülkelerle sınırlı kaldığını da görünce insan, “biz
bu filmi yüzyıl önce görmüştük” demekten de kendisini alamıyor.
Bugünün küresel güçleri,
aynı zamanda günümüz uygarlığının da temsilcileri ve bir anlamda kurucuları
veya takipçileri olduğuna göre; artık, geçmişte olduğu gibi güç dengesine
dayalı bir diplomasi yerine; insan hakları ve özgürlüklerin esas alındığı,
demokratik usul ve esasların benimsendiği, refah ve mutluluğun hakça
paylaşıldığı, insan onuru ve hayatının uygarlaşmanın en temel kıstası olarak
kabul edildiği; ahlaki temelli politikalar üretmek ve diplomatik geleneklerini
bu istikamette geliştirmek zorundadırlar.
Esasen böyle bir yola
girebilmek ve insanı esas alan bir uygarlığın önünü açabilmek için geçmişle
yüzleşmek: İki büyük dünya savaşında ölenlerin sayısını sayabilmek; Hiroşima ve
Nagazaki’deki canlarla helalleşebilmek; Almanya’da, gaz odalarında ölen
Yahudileri düşünebilmek; Afrika’da, açlıktan çocuğunu kaybeden annenin yüzüne
bakabilmek; Türkistan’daki genç kızların duyduğu utancı duyabilmek; Sibirya’da
soğuktan ölen ve kurşuna dizilen Türk’ün davasını anlayabilmek; Arakan ve
Myanmar’da ölen müslümanın mezarında ağlayabilmek; göç yollarında ölen
çocukların tabutunu taşıyabilmek; Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de öksüz kalan
çocukların gözyaşlarını silebilmek... gerekir amma; insanlık yine de mevcut
uygarlığın iki yüzlü politikalarından uzak, yeni bir uygarlığın şafağını
beklemekte ve böyle bir dönüşümün özlemini çekmektedir.