Dolar $
32.58
%0.19 0.06
Euro €
34.82
%0.51 0.17
Sterlin £
40.27
%0.28 0.11
Çeyrek Altın
3930.86
%-0.88 -34.6
SON DAKİKA
Son Yazıları

Uluslararası hukukta 'meşruiyet' ve 'riayet' sorunu (2)

24 Nis 2019

ABD'nin üye olmamasının arka planında küresel ölçekte öncülük ettiği ve yürüttüğü askeri operasyonlar gelmektedir. Burada bir parantez açıp ABD'nin 1998 yılında Roma Statüsüne karşı oy kullanan yedi ülkeden (Çin, Irak, İsrail, Libya, Katar ve Yemen) birisi olduğunun altı çizilmelidir.

Diğer taraftan ABD’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden birisi olarak uluslararası toplum karşısındaki sorumluluk bilinciyle çok daha şeffaf ve hesap verebilir bir duruş sergilemesi şarttır. Hâlbuki en son yaşanan hadise ABD’nin tam aksi bir yaklaşım benimsediğini kanıtlamıştır.

Zira UCM Başsavcısı Fatou Bensouda’nın öncülüğünde 10 yıldır Afganistan’da savaş suçları işlenip işlenmediğine dair yürütülen inceleme sonucunda 2017 Kasım’ında Amerikan askerleri, CIA ve Afgan askerlerin Afganistan savaşı sırasında savaş suçları işlediği ve Taliban'ın insanlık suçu işlediğine dair iddialara ilişkin soruşturma başlatılması talebinde bulunulmuştur. Ne var ki Mahkeme, soruşturma talebini geçtiğimiz haftalarda reddettiğini duyurmuştur. Ret gerekçesi ise “delil yetersizliği” ve “Afganistan’daki mevcut durumun soruşturmaya uygun olmaması” şeklinde ifade edilmiştir.

Yakın geçmişteki bu hadise bazı hakikatleri gün yüzüne çıkarmıştır. Birincisi; UCM savcılarının taleplerine karşı, mahkemenin soruşturmayı reddetmesi “objektif tarafsızlık” ve “mahkemenin bağımsızlığı” açısından ‘güvenilirliği’ fazlasıyla zedeleyici bir durumdur. İkincisi; Mahkemenin ret kararını, ABD kanadından gelen ‘doğrudan’ ve ‘dolaylı’ baskıların bir yansıması ve sonucu olarak görmek mümkündür. Baskı ve tehdidin boyutu, Mike Pompeo’nun "UCM, yönünü değiştirmezse ekonomik yaptırımlar dâhil ilave adımlar atmaya hazırız” şeklindeki demecinde gayet alenidir. Dolayısıyla Washington, mahkemenin kararını “UCM’nin saygınlığı açısından bir zafer” şeklinde yorumlayarak, aslında ‘kendi zaferini’ ilan etmiştir. Üçüncüsü; ABD tüm askeri operasyonlarını, dünya barışı ve güvenliği felsefesi üzerine inşa ederken ve 2001’de Afganistan’a başlatılan operasyonun adını dahi “Kalıcı Özgürlük” koyarken, UCM’ye karşı hasmane tavrı çelişkilidir. Kaldı ki ABD gibi uluslararası güvenliğin sağlayıcısı ve koruyucusu rolünü oynayan ve bu maksatla Irak, İran ve Kuzey Kore’deki nükleer silah ve füze geliştirme çalışmalarına ‘askeri müdahale’ yahut ‘yaptırım’ ile cevap veren bir ülkenin, Afganistan’daki faaliyetlerinin meşruiyetini kanıtlaması zor değildir. Bu anlamda, ABD’nin, uluslararası toplum karşısında haklılığını ve meşruiyetini kanıtlamaktan imtina etmeyen ‘hegemon güç’ gibi davranmak yerine; UCM’nin soruşturma talebini bir tehdit ve hadsizlik olarak görmesi, ‘ego’ ve ‘endişe’ duygularının somut bir tezahürü niteliğindedir. Dördüncüsü; ABD -her ne kadar bazı açılardan ve uygulamalarından ötürü eleştiriye maruz kalsa da- Milletler Cemiyeti Dönemi’nden bu yana gerek teorik gerekse pratik düzeyde uluslararası hukukun gelişimine katkı sağlayan bir ülke olmuştur. Ne var ki Trump Yönetimi’nin beyanatları ve kararları, uluslararası hukuka riayet edilmediğini ve kuralların sıklıkla ihlal edildiğini sayısız kez kanıtlanmıştır. Öyle ki Beyaz Saray, sadece Kuzey Kore gibi devletleri değil; artık uluslararası mahkemeleri de yaptırım uygulamakla tehdit eder hale gelmiştir. Bu bağlamda, Pompeo’nun “UCM savcılarının Amerikan ya da müttefik ülkelerin vatandaşlarını kovuşturamayacağını aksi takdirde ABD yaptırımlarına maruz kalacaklarını” söylemesi ve yine John Bolton’ın UCM'yi “gayri meşru” bir yapı olarak nitelemesi fazlasıyla sert ve tehditkâr bir üsluptur. Kelimelerin ötesinde, UCM Başsavcısı Bensouda’nın ABD’ye giriş vizesinin iptal edilmesi; ABD’nin çıkarlarına ters düşen durumlarda ne kadar saldırgan bir tutum benimseyebileceğini gözler önüne sermiştir. Altıncısı ve sonuncusu ise, barış, demokrasi ve refah vaadiyle başlatılan askeri harekâtlarda uluslararası hukuk ihlalleriyle (örneğin kuvvet kullanma hukuku veya silahlı çatışma hukuku açısından) karşılaşmak neredeyse olağan bir hal almıştır. Bu açıdan, uluslararası hukukun giderek daha derin bir “meşruiyet” ve “riayet” sorunuyla yüzleşmek zorunda kalacağı aşikârdır.

 

Yazarın Son Yazıları
Yazarın En Çok Okunan Yazıları