Dolar $
32.57
%0.08 0.02
Euro €
35.01
%0.52 0.18
Sterlin £
40.7
%0.13 0.05
Çeyrek Altın
3967.51
%0.24 9.52
SON DAKİKA
Son Yazıları

Osmanlı devlet adamlarının özel hayatları perdeli ve hep örtülü kaldı

09 Nis 2019

Ebuzziya Teyfik, "Osmanlı devlet adamları, bilinmeyen bir dünyadan çıkarak vezir ve nazır olurlar; iktidardan ayrılır ayrılmaz yine âlem-i huffâya (gizlilikler dünyasına) girerler. Bunların, siyaset sahasında bulundukları sıradaki resmi hayatları bilinir. Özel hayatları ise, daima bir perde ile örtülüdür" diyor ve ekliyor… "Bir Avrupalıya göre doğru olan bu halin, böyle olmadığını; biz kendi kendimize açıklamak mecburiyetinde değiliz. Yukarıda da söylediğimiz üzere bizim affedilemez kusurumuz, milletimizin adamlarını sonraki nesillere tanıtmadaki unutkanlık ve ihmalimizdir."

Bugün Challemel Locour hayatta bulunmuş olsa da buralarını pek güç anlar ve tasdik ederdi. Çünkü ülkeyi hakkıyla bilemez, tarafkirane düşüncelerin en basit bir sebepten ne büyük gaileler çıkardığını anlayamazdı.

1859’da ortaya çıkan Suriye meselesi acaba nasıl bir ciddî sebebin sonucuydu? Challemell Lacour, bunun nasıl bir tahrik sonucu meydana geldiğini belki yaratılışındaki hakşinaslık etkisiyle itiraf eder.
Challemel- Lacour; Âli ve Fuat Paşaların menşe’leri (kökleri), eğitim ve öğretimleri, gençlik dönemleri, devlet hizmetine başlayana kadar olan hayatları hakkında bilgi sahibi olmadığını söylüyor.
“Osmanlı devlet adamları, bilinmeyen bir dünyadan çıkarak vezir ve nazır olurlar; iktidardan ayrılır ayrılmaz yine âlem-i huffâya (gizlilikler dünyasına) girerler. Bunların, siyaset sahasında bulundukları sıradaki resmi hayatları bilinir. Özel hayatları ise, daima bir perde ile örtülüdür” diyor.
Bir Avrupalıya göre doğru olan bu halin, böyle olmadığını; biz kendi kendimize açıklamak mecburiyetinde değiliz. Yukarıda da söylediğimiz üzere bizim affedilemez kusurumuz, milletimizin adamlarını sonraki nesillere tanıtmadaki unutkanlık ve ihmalimizdir. Yoksa hiçbirinin geldiği yer, geçirdiği hayat meçhuliyet perdesi ile örtülmemiştir. Nitekim Challemell Lacour da; Âli Paşa’nın bahçe kapısı kapıcısının oğlu olduğunu haber verecek kadar adı geçenin aslı ve nesli hakkında bilgi sahibi olduğunu ortaya koyuyor.
1230’da doğmuş olan Âli Paşayı 1251’de (yani 1841) 26 yaşında Londra elçisi tayin ediyor.
Özel durumları bilinemediğinden şikâyet edilen bir adamın doğumu hakkında bu kadar hatalı bilgi edinilmesi karşısında; özel hayatına ulaşılamamış olması memnuniyet vericidir. Çünkü O’na, birazcık vukufiyet imkânı bulunsa; kim bilir ne kadar garip durumlar, olmayan olaylar karşısında kalmamız gerekir.

ÂLİ PAŞA’NIN İLGİNÇ TASVİRİ

Özetle Âli Paşa’yı şöyle tasvir ediyor, daha doğrusu düşünüyor:
“Âli Paşa, yaşından fazla görünür. Kısa boylu, biraz tıknazcadır. Saçlarına kır düşmüş ise; de yüz hatları gayet düzgün, burnu ince, dudaklarının kenarlarında daima bir tebessüm ve gözleri ise gayet halâvetli ve anlamlıdır. Gerçekten Ali Paşa’nın gözleri gibi, güzel gözler diyarı olan bu ülkede az bulunur.”
İnsan, şu tarife bakıyor da kendisini hayal dünyasında zannediyor. Derhal hatırına Ziya Paşa merhumun Boşnak Fazlı Paşa’ya yazdığı ve karantina kâtibi Türk Hayri’ye tahmis ettirdiği bilinen Zafer name’nin şu:

Afitâba yüzünün varsa da vech-i şebehî
Andırır tal’at-ı meymûn-i ferah naki mehî
Anda kıl san’at-ı Mevlâ’ya ser-a-pa nigehî
Kadd değil kâmet-i metbu’ası bir serv-i sehî
Göz değil çeşm-i dilarası yenab’i zulâl

Tarifini getiriyor.
Âli Paşa merhum, orta boylu olmakla beraber; tıknaz olmak şöyle dursun, zayıflardan kabul edilecek kadar ince vücutluydu.

ÂLİ PAŞA ESKİ TÜRK FIRKASININ REİSİ

Challemell Lacour’a göre Âli Paşa, yukarıda anlatılan surette olsa da zararı yok. İhtimal ki, Challemell Lacour böyle duymuş; böyle yazmıştır. Fakat bir Türk tarihçisinin Âli Paşa merhum ile Fuat Paşa merhumu bir resimde toplaması; yani, bir zatın çeşitli konumda çıkardığı iki resimden birini, Âli Paşa; diğerini, Fuat Paşa olarak esere koyması marifetlerden sayılmaya layıktır.
Bu eser, 1270 Kırım Muharebesi Tarih-i Siyasîsi’dir ki, 129. sayfasında Âli Paşa, 32 sayfa sonra Fuat Paşa’ya dönüşüyor. O uzun boylu Fuat Paşa donunu bağlamaktan aciz eğri bacaklı şehriler[10] gibi teşhir olunuyor.
Challemell Lacour, bir Fransız ile Âli Paşa merhum arasında bir mülâkat icra ettiriyor. O sırada bir hayli şeyler üzerinde düşünce alış verişinde bulunuluyor.
Bu Fransız Âli Paşaya, Âli Paşa’da olmayan bazı şeyler isnadından bile çekinmiyor.
Özetle, terakki üzerine yapılan sohbetin sonunda; Âli Paşa’ya şu sözleri söyletiyor:
“Çok geride kaldığımız için biz durmadan yürümeliyiz. Süratle yürümeliyiz. Lâkin çabuk yürüyeceğiz diye buhar kazanlarımızı da berhava etmemeliyiz.”
Fransız, bu söze şu düşünceyi ekliyor:
“Birçok adamlar nezdinde Âli Paşa, “Eski Türk fırkası”nın reisidir. Hatta Âli Paşanın bir işe girişeceği zaman, o iş hakkında; münecciminden istihrac-ı akibet-i umur ettiği (işlerin sonuçları hakkında mana çıkarttığı) de rivayet olunur. Âli Paşa, köküne kadar bir Türk’tür. Böyle olmakla beraber; kendisinde taassuptan eser yoktur.”

MEKTEBİ SULTANİ DAR-ÛL-U OSMANÎ

İşte Challemell Lacour gibi ciddi bir yazar bile; Doğuya dair yazı yazdığı zaman bu türlü anlamsızlıkları düşünmeksizin, kabul ve ilândan çekinmiyor. Çünkü Şark denilince her türlü garip durumların orada raygan (pek çok) olduğuna hükmediliyor. Bu açıdan geniş hayal sahipleri, habbeyi kubbe ederek, telleyip pullamayı da ihmal etmezler.
Âli Paşa’ya “Eski Türk” sıfatı muhafazakârlığından kinaye olsa gerek. Gerçi Âli Paşa taassuptan yana olanlar ile terakkiperver olanlardan bazılarına kendini beğendirebilmişti. Fakat maarif-i asriyeyi (çağdaş eğitim) sağlayacak bir dar-ul ulûm (bilimler merkezi) bile kurmamıştır. Şûra-yı Devlet’in düzenlediği “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi, onun zamanında ebkemiyete (sessizliğe) mahkûm olmuş ve bir köy ilkokulu bile açılmamıştır. Bu gerçeğe göre Âli Paşa; gelişmeyi sağlayacak olan buhar kazanını, değil berhava edecek derecede basınçla ısıtmak; düşük derecede bile ısıtmamıştır.
Arkadaşı ve rakibi olan Fuat Paşa merhum ise, gerek gördükçe Fransa sefirinin nahvetini (gururunu) okşamak ve III. Napolyon’a bir cemile (hoşa giden davranış) göstermek yolunda da olsa; bir iki eğitim kurumu meydana getirmiştir. Birincisi, Mektebi Sultanî, ikincisi ise, Dar-ûl Fünûn-u Osmanî’dir.
Birincisi, Sultan Abdülaziz’in Paris seyahati sonrasında Mösyö Brey’i aracı yaparak ve bir eser-i terakki şeklinde Napolyon’un gönlünü hoş etmek amacıyla meydana getirilmiştir.
İkincisi ise; yabancı dillere intisabı olmayan öğrencileri yeni eğitimden yararlandırmak üzere İslami bir kurum şeklinde açılmıştı. Gerçi, açılışında Fuat Paşa hayatta değildi. Fakat kuruluşunu, iktidarı döneminde O ortaya koymuştur.

GİRİT GAİLESİ EN ÇOK İLGİLENDİĞİ MES’ELEYDİ

Âli Paşa’yı girişimlerinde; işlerin sonucunu öğrenmek için müneccimine başvurduracak kadar ahmak göstermek ve sonra da O’nda zerre kadar taassup eseri olmadığını söylemek garip bir tezat teşkil eder. Gerçi bir zamanlar, erkân-ı harp heyetine karşılık; orduda müneccim bulunduran ve onun görüşü ile hareket eden ordu müşirlerimiz (mareşal) görülmüştür. Fakat, Tanzimat’tan sonra Sadaret (Başbakanlık) makamını işgal eden vezirlerimizin konaklarında hukuk müşaviri kabilinden bir de müneccim bulunduğunu biliyorduk. “Sen Barab” mektebinde öğrenimini tamamlayan Âli Paşanın ise bu gibi Batılı isnatlara hedef olabileceğini hiç hatıra getirmemiştik.
Âli Paşa, gayet fatin (uyanık) ve bu fetaneti ile beraber; muhafazakârlık yolunda sabit ve temkinli idi. Görüşü, her ne olursa olsun biz iddia ve isnat edebiliriz ki; zekâ sahibi ve dirayetli gençlere yardım etmemiştir. Hatta yardım etmek şöyle dursun; fırsat buldukça heveslerinin kırılmasına çalışmıştır.
Fransız seyyahı, Âli Paşa ile olan mülâkat ve yazısına son verip, Âli Paşa’ya veda ettikten sonra; kayığında, Boğaziçi’nin iki sahili arasından mutlu bir ömür gibi cereyan eden suyun letafetiyle büyülenmiş olarak kendi kendine şöyle bir düşüncede bulunuyor:
Bugünkü medeniyetin harekât-ı hummayı andırır bir çalışma ortaya koyan maişet tarzı, bu derece dalmış ve rahat olan ve bu derece dinlenmeye alışmış bulunan bir halka uygulanması nasıl mümkün olabilir? Ziyaretçi bu düşünceden sonra, Âli Paşa’nın politikasının çok uygun bir yer ve durumda olduğunu itiraf ve tasdike mecbur oluyor.
1274’den 1288’e kadar on dört sene, -Fuat Paşa hariç olmak üzere- önemsiz birkaç rakipten başka; azminde hiçbir engele tesadüf etmeyen Âli Paşanın bizzat ilgilendiği iç sorun Girit meselesidir. Gerçi, 1276 sonlarında Şam hadisesi ortaya çıkmış ise de onun itfasını (bastırılmasını) tek başına Fuat Paşa üstlenmiş olduğundan Âli Paşa o gaile ile uğraşmamıştır.

RAKİPSİZ MUTLAK HİZMET EHLİ BİR VEKİL

İşte bu süre zarfında Âli Paşa, gayet rahat bir zaman geçirmiş ve hele 1273’ten, ölüm tarihi olan 1288 yılına kadar rakipsiz mutlak vekil olmuşken, ülkenin gerek maddi, gerek manevi gelişmesine hizmet edecek girişimlerde bulunmuştur. Hâlbuki ülke o tarihte, rahik-ı marifetle (saf bir şarabın etkisiyle) feyiz ve kemal ile keyiflenmiş birçok baş döndürücü gelişmelere sahipti. Onların öncülüğü ve yardımı ile bu ülke ince, kibar bir saadete sokulabilir ve az zamanda birçok eserler görülebilirdi.
Bugün; üzülerek yokluğundan şikâyet ettiğimiz devlet adamlarımızın kökü, o zamandan kurumaya başlamıştır. Çünkü mevcut olanlar, doğal olarak birer birer yok olduğu halde; ülkenin geleceğine hasr-ı mesai edecek istidat sahipleri, yetiştirici bulamadığından ülkenin geleceğe olan ümidi dahi bu şekilde yok olmuştur.
İşte istibdat tarihini yazacak olanların inceleme ve araştırmalarının mercii, Reşit Paşa’nın bıraktığı siyasî öğrencilerinin birincisi olan Âli Paşa’nın devridir.
Zannedilebilir ki, Reşit Paşa Tanzimat-ı Hayriye’sini, Saltanatı padişahlardan alarak haleflerine vermek için ilân etmiştir.
Âli Paşanın bağımsızlığı o seviyeyi bulmuştu ki, Sultan Abdülaziz bile O, ne tedbir alırsa onu kabul ve yapmaya mecbur bulunmuştu.
Ziya Paşa merhumunun “Zafer name”de inşâd ettiği şu beş mısra görünüşte hezl [11] ve dolaylı olarak alay ettiği halde, manada bir hakikatı anlatıyor.

Şeh-i devrân ile yok beynine hail-i perde
Yâd olunmaz şu kadar var ki adı minberde
Yoksa ol rütbe yürür hükmü ki her bir yerde
Padişahın adı vardır yalnız dillerde
Zatıdır taht-ı hükümette hakiki fa”al.

ZAMANININ EN UZUN BOYLU DEVLET ADAMLARINDAN

Challemel- Lacour’un bilgisine dayanarak yorum yaptığı seyyah, Fuat Paşayı yalıda görmeyi başaramaması üzerine; İzmirli dostlarından bir Rum’un yardımıyla Hariciye Nezaretine giderek görüyor. Fuat Paşayı görmemiş olanlar Seyyahın bu tarifine güvenmekte ma’zurdurlar. Bugün, Fuat Paşa merhumu hamdolsun gözleriyle gören pek çok kişi bulunduğu gibi, ahfadından Ferik İzzet Fuat Paşa[12] Reşat Beyefendi ile merhumun biraderi zadesi Macit Beyefendi, (Cenabı Hak, daha pek çok zaman ömür ve afiyet buyursun) sağlam bünyesi ile hayattadırlar. Dolayısıyla bizim bildiğimiz, tanıdığımız hatta iltifatına mazhar olduğumuz Fuat Paşa ile Seyyahın Fuat Paşası, tamamıyla başka başka iki kişidir.
İşte seyyahın tanıdığı ve sohbet ettiği Fuat Paşa şudur:
“Fuat Paşa; şişmanca, kısa boylu, kırmızı yanaklı, kalın dudaklı bir zattır. Gözlerinde parlayan ateş, zarafet ve zekâ herkesin dikkatini çekecek derecededir.”
Bizim bildiğimiz, tanıdığımız, görüp bir-iki kelimeyle de olsa hitabına nail olduğumuz Fuat Paşa ise:
Uzun boylu, uzunluğu inceliğini değiştirecek derecelerde uzun boyu ile uyumlu, yani ince denecek metin bir bünyeye ve yüksek kabul edilmeyecek uygun bir uzunluğa sahipti. Yanakları kırmızı olmadığı gibi, uçuk denecek kadar pembeye meyilli, simasında pek çok zekâ sahibinin özelliklerinden olan tatlı bir tebessüm ile parlayan gözleri, gözlerine özel bir güzellik veren kısa bakışı, güya ki; yanındakinin samimiyetini sağlamak için hapsederdi.
Tanzimat tarihinden bugüne kadar sadaret (Başbakanlık) makamına erişen vezirler arasında - Giritli Mustafa Naili Paşa hariç olarak- Fuat Paşa merhum kadar uzun boylu bir sadrazam gösterilemez.

TAKDİRE ŞAYAN FETANET VE CESARET

Acaba Seyyah, Paşa merhumun sadaretle, seraskerliği (Başkomutanlığı) uhdesinde bulundurduğu tarihte; Fuat Paşa zannıyla kaymakam serasker olan Hüseyin Avni Paşa ile görüşmüş olmasın! Çünkü tarifine göre benzeyen kişi, Fuat Paşayı değil Hüseyin Avni Paşayı temsil ediyor. Ona da nasıl ihtimal verilir ki; Paşayı, Hariciye Bakanlığındaki makamında ziyaretten bahsediyor!
Hâsılı Avrupalılar, görünenlere değil; kendi hayallerinde şekillendirdikleri anlamsız heykellere ve hayallere tercüman olmaktan kurtulamıyorlar. Yine tekrar ederim ki; mesele Doğu konusuyla alakalı olunca şair Münif’in :
Daha çok su götürür gittikçe
Yaş deridir uzanur çektikçe.
Sözüne uygun düşecek pek çok açıklamalar ve yanlışlar vardır.
Seyyah, “Adı geçenin gerektiğinde gayet cesur ve kudretli bir askeri kumandan olduğu rivayet edilmektedir.” Diyor.
Bu rivayet doğrudur. Adı geçen Kırım meselesi sırasında ortaya çıkan Kalabaga(?) olayında Yanya ve Nar’da kolordusunun kumandasına geçtiği sırada Cevdet Molla’ya yazdığı bir mektupta:
“...İşte azizim! Kalemi, kılıç ile değiştim. Generalliğimin eserini epeyce gösterdim. Eşkıya merkezi olan “Tepe” adlı mahalli vurup bunun etkisiyle Yanya’nın isyan ateşinin sönmüş olduğunu işitmişliğiniz olmuştur.” Diyor ki; o meselede gösterdiği fetanet ve cesaret, cidden takdire değerdir. (DEVAM EDECEK)
………………………………………………

DİP NOTLAR

[10] “İstanbullu yerinde kullanılır bir tabirdir. Şehrî köylü olmak manasına da gelir” (M. Z. PAKALIN, Age. C.3 s. 327.) B. TURGUT
[11] Meşhur bir manzumeye lâtife tarzında nazım yapmak veya yazmak. Ciddî olmayan söz.
[12] Orijinal metinde, “Ferik İzzet Fuat Paşa”nın adının dizgi hatası sonucu unutulmuş olduğuna dair; Mecmua-i Ebuzziya’nın 131. sayısında bir düzeltme yayınlanmıştır. Ferik İzzet Fuat Paşanın adı bu düzeltmeye uygun olarak metne ilave edilmiştir. Ayrıca söz konusu düzeltmede şöyle bir açıklama da yer almaktadır. “Ferik İzzet Paşa hazretleri, Fuat Paşa merhumun büyük çocuğu olan ve genç yaşında vefat eden Miralay Kâzım Beyin tek oğludur.”

Yazarın Son Yazıları
Yazarın En Çok Okunan Yazıları