Memuriyette köklü değişim! (2. bölüm)
1838 Mayıs'ında Reşit Paşa, bütün memurlara devlet tarafından maaş bağlanacağını; dolayısıyla halktan fuzulî para alma yönteminin kesinlikle kaldırılmış olduğunu ilân etti. Bunun olumlu bir sonuç verebilmesi için maliye teşkilâtının baştan başa değiştirilmesi ve yenilenmesi; gerekiyordu...
Sultan Mahmut, Pertev Paşa'yı iktidara getirdi. Fakat Hakan arası çok geçmeden devletin içine düştüğü zayıflama sebeplerini Pertev Paşa'ya atfederek adı geçeni Işkodra'ya sürdü. Yolda da kârını itmam etti. Pertev Paşaya isnat olunan cinayetler arasında Paşa’nın talebesi ve yetiştirmesi olan Reşit Paşa aracılığı ile yabancı hükümetler ile Türkiye aleyhine düzenlemelerde bulunmuş olduğu söylenmekte idi. Bilâhare Sultan Mahmut tarafından Hariciye nezareti için Londra'dan getirilen meşhur Reşit Paşa, bu Reşit beydir.
O zamana kadar Sultan Mahmut, kendi görüşü veya yakın çevresinin etkisi ile hareket ederdi. Reşit Paşa resmi işlerin hal ve çözümünde, dikkate alınması gereken öncelikli ve çeşitli çıkarlar konusunda, devlet adamlarının derinliğine mülâhazalar ve düşüncelerle araştırma yapması gerektiği hususunu başarmış ve bu şekil yönetimi padişaha kabul ettirmiştir.
Reşit Paşa, Beyazıt Camii mütevellilerinden itibar sahibi bir efendinin sulbünden dünyaya gelmiş; eniştesinin tavsiyesi üzerine memuriyete sokulmuş; şairane yaratılışı dolayısıyla Pertev Paşa’nın ilgisini çekmişti. Reşit Paşa, 1829 senesinde Edirne Muahedenamesi görüşmelerinde zabıt katipliğinde bulunmuş ve bu sayede siyasetin temel kurallarına, Avrupa devletlerinin emellerine ve özel amaçlarına dair bir dereceye kadar bilgi sahibi olmuştu.
Bilahare "Âmedî-i Divan-ı Hümayunu”na[12] girdiği zaman, müzakerat tarzları ve işlerin yürütülmesine ilişkin yöntemler konusunda epeyce alışkanlık elde etmişti. Reşit Paşa çeşitli iş ve görevlerde bulunmuş ve bir aralık, Bab-ı Ali (hükümet) adına Mehmet Ali Paşa ile görüşmelere Amiral Roissin tarafından memur edilen Mösyö de Varennes refakatinde Kütahya'ya gitmişti. 1834 senesinde Türkiye batı ülkelerine daimi siyasî memurlar (elçiler) göndermekle, Reşit Paşayı da Paris'e tayin etmişti. Adı geçen, memuriyetinde Fransız siyaset adamları, bürokrat ve bilim adamları ile pek samimi ilişkilerde bulunmuştu.
Sonra da Londra sefaretine geçmiş ve oradan kendisine Hariciye Nezareti’nin teklif edilmesiyle İstanbul'a dönerek hamisi Pertev Paşa'nın düşünce ve duyguları ile hareket etmeğe başlamıştı.
Rus siyaseti için mağlubiyet
Bunun içindir ki iktidara geçmesi, Rus siyaseti için bir mağlubiyet; Batı ülkeleri için bir kazanç idi. Fakat Reşit Paşa çocuklarının öğretmeni Fransız Mösyö (Kur’) i kendine kâtip alınca düşmanları aleyhine birçok entrikalar çevirmeğe başladılar. Adı geçen, görevinin başlarında birçok dedikodu ve ifsadata (fesatlıklara) maruz kalarak iş görmeye mecbur kaldı.
Gerçi bunca güçlüğe rağmen Hariciye Nazırı fevkalâde zekâsı sayesinde Heyet-i Vükelâ (Bakanlar Kurulu) üzerinde büyük bir etki ve nüfuza sahip oluyor, bu etki ve nüfuz sayesinde bir çok ıslahat meydana getiriyordu. Gerçi söz konusu ıslahatlar arasında donanmalarda herkesin kendi güç ve derecesine göre kandil yakması gibi gülünç olanları da var ise de, bu gibilerini icabatından kabul etmek gerekir.
Reşit Paşa, siyasî hayatı öncesinde iki önemli iş görmüştür: Onlardan biri bütün memurlara belirli bir maaş bağlanması, diğeri de Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun neşr ve ilân edilmesidir. Türkiye gibi sanayi, ticaret veya Avrupadaki akıl ve zekâ sahiplerine refah ve şöhret sağlayan mesleklerden biri mevcut olmayan bir ülkede, kendisinde biraz güç gören bir adam, derhal memur olmağa heves eder. Şu halde Türkiye'de iki sınıf adam vardır: Biri, az çok icra-yı hükümet edenler ( yönetenler), diğeri de halktır. Hatta başlangıçta memuriyet, bir dereceye kadar gelecekten emin olmak sebebiyle değil, pek çabuk servet edinmeye bir vasıta olduğu için herkesçe gıpta edilirdi. Zira memurlar, belirli bir maaş almadıklarından halktan bildikleri gibi para çekerler; fakat, bu paranın bir kısmını da amirlerine vermekle mükellef bulunurlardı.
Bu durumda memuriyetler, gayr-ı meşru yollardan zengin olmak için aranır, hükümet de bunun böyle olduğunu bilirdi. Memurlardan bazısı, suiistimallerde halkı zorlamakta pek ileri gittiği zaman keyfî bir şekilde cezalandırılıyordu. Bu garip yönetim biçimi, doğal olarak her türlü ıslahata engel olurdu. 1838 Senesi Mayısında Reşit Paşa, bu duruma bir son vermek için bütün memurlara devlet tarafından maaş bağlanacağını; dolayısıyla halktan fuzulî para alma yönteminin kesinlikle kaldırılmış olduğunu ilân etti. Gerçekten bu ilân çok uygun idi. Fakat bunun olumlu bir sonuç verebilmesi için maliye teşkilâtının baştan başa değiştirilmesi ve yenilenmesi; özellikle gerek halk ve gerek memurların başka düşünceler edinmesi gerekirdi. İstanbul'a giden bir yabancı, yalnız kişisel çıkarların hakim olduğunu ve en yüksek seviyedeki memurdan en aşağı derecede bir gümrük kolicisine kadar hiçbir kimsenin rüşvetsiz, bahşişsiz iş görmediğini hayretle görürdü. Bu rüşvet, hükümetle muameleye girişen ve ilişkisi olan herkesten alınan bir vergiydi. Fakat bu verginin miktarı, sınırsız olduğu gibi verilmediği takdirde başarısızlık kesin, verildiği zaman da başarı şüpheli idi. Hükümet bu yöntemin devamında hiçbir mahzur görmezdi. Zira bahşiş alıp vermek muamelesi gizlice yapıldığından, hükümete herhangi bir sorumluluk yöneltilemez. Hatta bu şekilde, alacakları beş on parayı daima tedahülde görmüş memurlara bu yolla maişet temin etmek ve bu suretle bütçeye biraz rahatlık verilmekle belki de devamı arzu ediliyordu. Osmanlı hükümetine en uygun şartlarla teklif edilen işler, küçük memurlar ile biteceğinden; daha işe başlamazdan evvel elde edilecek menfaatin (kârın) yarısı elden gidiyordu. Türkiye'nin birçok erbab-ı ihtikâr (vurguncu) elinde kalmasına en büyük sebep de bu idi.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu
Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Osmanlı devletinin yeni bir döneme girdiğine delâlet ettiği gibi Türkiye'nin yeni bir güç kazanacağı hususunda herkese büyük ümitler vermiştir. Gerçi hâlâ Âli ve Fuat Paşaların Hatt-ı Hümayun hükümlerini uygulayabilmeleri sabırsızlıkla beklenmektedir.
Reşit Paşa Hariciye vekili olduğu sıralarda Hidiv Mehmet Ali Paşa'ya bir ibret dersi verilmesini ve Suriye'nin yine Osmanlı hükümetine iadesini istemek için Paris ve Londra hükümet merkezlerini ziyaret etmişti. Fakat Fransız bakanları kendisini soğuk bir şekilde karşılamış olmalarından dolayı geliş sebebine dair bir şey söylememiştir. Her ne kadar İngiltere’de samimi bir hüsn-ü kabul görmüş ise de, yaratılışından gelen zekâ ve irfanı kendisine pek önemli gerçekleri anlatmıştı.
O gerçekler ise şunlar idi: Sultan Mahmut'un iyi niyetli işleri, ciddi bir şekilde ilerlemesine rağmen Avrupalılar Türkleri hâlâ barbar bir kavim kabul ediyorlardı. Bunları bu fikirden vazgeçirmek için bir takım parlak icraatın varlığı gerekliydi. Osmanlı tahtında Sultan Mecid gibi genç bir padişahın oturması Reşit Paşa'ya bu fırsatı verdi. 1839 Senesi Teşrinisanisinin ikinci günü (3 Kasım1839) Sarayın iç avlularının birinde bulunan ve rengarenk bayraklarla donatılmış olan Gülhane köşkü karşısında Zat-ı Şahane (Padişah) vekilleriyle beraber kendisine mahsus yerde oturmuştu. Bütün sefirler, gayr-ı müslim cemaatlerinin başkanları, ileri gelen kimseler ve kabul edilen memurlar da hazır bulunmakta idiler. Saray münecciminin eşref saatin girdiğini haber verdiği sırada, toplar atılmaya başladı ve Sultan Mecid kırmızı atlas bir keseyi Reşit Paşa'ya verdi. Adı geçen, kesenin içindeki Hatt-ı Hümayunu almasıyla yüksek bir kürsüye çıkarak muhteviyatını yüksek sesle okudu.
Doğrusu Fransa ve İngiltere devletlerinin teveccühünü elde etmek ve Hidiv Mehmet Ali Paşa'nın şöhret ve nüfuzunu kırmak için bundan daha mahirane bir şey düşünülemezdi. Fazladan olarak hürriyet ve kişi dokunulmazlığının esasları ilan olunmakla beraber bu esasların bir takım kötü uygulamalar ile bozulmuş olan eski hükümetteki kanunlarda ve düzenlemelerde esasen var olduğu ispat edilerek gerek Müslüman, gerek Hristiyan bütün halk memnun edilmişti.
Tanzimat’a esas teşkil eden Gülhane Hatt-ı Hümayunu, ciddi bir inkılâp vücuda getirecek bir şekil ve mahiyette idi.
Gerçekte Hatt-ı Hümayun’daki ıslahatın birçoğu yerine getirilmişse de önemli bir kısmı henüz uygulamaya konulamadığından inkılâp tam olarak verimli olmamış; ancak bu vesile ile Mehmet Ali Paşa'nın gücünün kırılmasına muvaffak olunmuştur.
Gülhane Hatt-ı Hümayunu, Türkiye'nin Avrupa devletleri halkasına girmesine tamamen hizmet etmiştir. Bilâhare 13 Temmuz 1841 tarihinde imzalanan antlaşma bu girişi resmiyete sokmuştur. Reşit Paşa'nın görünüşte varolan nüfuzuna rağmen, başlangıçta Hatt-ı Hümayun’un uygulamasında bir çok engellerle karşılaşılmıştır. Hatta Avrupalılar tarafından, söz konusu Hat’ta zikrolunan bir va'di yerine getirmek için Rumeli ve Anadolu halkından oluşan özel bir heyet toplandığı öğrenilince ıslahatın uygulama biçiminden şüpheler belirmeye başladı.
Abdülmecid durumu açıkladı
Sultan Abdülmecid, bu kişiler ile kurduğu meclisin açılış günü oturumunda yaptığı kısa konuşmada durumu özellikle açıklamıştı. Gerçi seçilen heyet usul üzere bir teşekkür hazırlığında bulunmuş ise de Türkiye'de henüz millî bir meclisin açılması zamanının gelmemiş olmasına bağlı olarak şevk ve hevesi de çabuk sönmüş idi. Bundan başka Reşit Paşa, çalışmasının semeresini elde edememiş; 1841 anlaşması imzalandığı zaman ayrılmıştı.
Sultan Abdülmecid'in etrafını sarmış olanlar, Reşit Paşa'yı üç sene kadar saltanat merkezinden uzaklaştırmayı başarmışlardı. Adı geçen, Paris sefaretinde herkesin takdirini toplayacak bir şekilde görev yaptığı sırada İstanbul yine bir çok saray entrikaları ile siyaset oyunlarına savaş alanı oluyordu. Bilâhare 1846 senesinde kendisine bağlı vezirlikler kendisine verildiği sırada: 1848 buhranı kendisini göstermeye başlamış olduğundan Reşit Paşa pek müthiş zorluklara düşmüştü. Fakat Âli ve Fuat Paşalar kendisine çok bağlı ve etkili yardımcılar olarak yetişmiş olduklarından bu zorluğun önüne geçebilmişti.
Vezirlik yolu herkese açık
Âli, Fuat Paşaların menşe’leri, tahsil ve terbiyeleri, gençlik dönemleri ve devlet memuriyetine girinceye kadar geçirmiş oldukları hayata dair ayrıntı ve bilgiye sahip bulunmamaktayız. Meşhur adamların tarihçe-i hayatlarında en çok gerekli olan bu gibi belgelere Türkiye'de hiç rastlanmaz. İktidar mevkiine gelen nazırlardan (bakanlardan) çoğunun ailesini kimse bilmediği gibi, bazı istisnaların dışında aile adı yöntemi de geçerli değildir. Herkes doğduğu zaman kendisine verilen adı, hayatı boyunca taşır ve vefatında bu ismini de kendisiyle mezara defneder. Cemaat-i müslime gayet müsavatperver (eşitlikçi) demokratik bir cemaattir. Orada her şey şahsi ve fânidir. Yani her ferd kendi kişisel girişimlerine veya bahtına, kendi güç ve şahsî meziyetine dayanarak işe başlar ve öldüğü zaman da hayatta kazandığı ayrıcalıkları birlikte alıp götürür. Şu halde Avrupa'da olduğu gibi babadan kalma hukuk ve ayrıcalıklar usulü asla geçerli değildir. Hatta en küçük görünen bir adama, "Allah seni vezir etsin" duasını etseniz o bunu lâtife veyahut hakaret kabul etmez. Zira vezirlik yolu herkese açıktır. Hatta " baba bilgisiyle adam, adam olmaz." darb-ı meseli meşhur olmuştur. Hicrî tarih ile milâdî tarih birbirine uymadığından Türklerin yaşlarını kesin olarak bilmek Avrupalılar için mümkün değildir. Bizlerde bir adamın kazanç durumu ve özel hayatı, genel durumunda etkili olur ve anılan durumu bir dereceye kadar ortaya koyar. Hâlbuki Türkiye'de aile hayatı ve özel hayat tamamiyle başkalarının gözlemlerinden gizlenmiş olduğundan; Türk devlet adamlarının şahsî hayatlarına dair bir şey öğrenemediğimiz gibi bu konuda yazılan yalan yanlış şeyler ise öğrenebildiklerimizi bütün bütün karıştırır. Dostlarımdan biri, Âli Paşa'nın tercüme-i hâline dair yazılmış bir risaleyi tercüme edip göndermişse de, muhteviyatı mübalâğalı bir takım methiyelerden ibaret olduğu gibi 1867 senesi sonunda Londra'da yayına başlayan "Muhbir"gazetesinin Âli ve Fuat Paşalara ayrılan 26 Teşrinievvel, 7 ve 14 Teşrinisanî sayıları da asla güvenilmesi caiz olmayan anlamsız isnadlar ile doludur.
Dehalar yetiştiren okul
Gerçi bu genel terâcim-i ahvalden ( hal tercümeleriğnden) başka İstanbul'da Âli ve Fuat Paşalar hakkında üstü açık hicviyeler söylendiği, bu şaka ile karışık bilgilerin Beyoğlu salonlarını bile dolaştığı naklediliyorsa da bu türlerini de incelemek mümkün olmamıştır. Aslında bu gibi isnatların doğruluk derecesini kontrol etmek mümkün görünmemiştir. Türkiye devlet adamları bilinmeyen bir dünyadan çıkarak vezir ve nazır (bakan) olurlar ve iktidardan düşer düşmez yine âlem-i huffâya ( gizlilikler dünyasına) girerler. Bunların siyaset sahnesinde bulundukları zamandaki resmî hayatları bilinir, özel hayatları ise daima bir perde ile örtülüdür.
Böyle olmakla beraber Âli Paşa'nın fakirce bir ailenin oğlu olduğu hemen kesin gibidir. Pederi İstanbul kapılarının birinde[13] bekçi idi. Âli Paşa, ilkokulu okuduktan sonra âdet olduğu üzere şiir ile uğraşmaya başlamış ve îş'ari (şiirleri) Reşit Paşa'nın hoşuna gitmiş olmakla adı geçeni tercüme kalemine çırak etmişti. 1821 Yunan ihtilâli üzerine kurulmuş olan bu kalem, hariciye nezaretine bağlı olup, Hükümet-i Osmaniye ile Batı devletleri arasındaki bağlar ve ilişkiler ile uğraşan memurları yetiştirmeye mahsus bir okul idi. Bu okuldan pek çok iktidar adamı çıkmıştır. Âli Efendi, burada mülazemet zamanını (staj dönemini) tamamladıktan sonra 19 veya 20 yaşında olduğu halde Viyana Sefiri Ahmet Fethi Paşa'nın maiyetine kâtip tayin olunmuştu.
DİPNOT: [12] Âmedî-i Divan-ı Hümayunu : “Vükela Meclisinden ( Bakanlar Kurulundan ) ve devlet dairelerinden gelen kâğıtlar üzerine padişahın iradesine muhtaç olanları yazan, hazırlayan ve bunları padişaha arz eden ve padişahtan gelecek iradeleri kaydeden ve ait oldukları dairelere tebliğe aracı olan dairenin adı. Amedi odası Babıalinin en mümtaz kalemlerinden biriydi. Buradan sadrazamlığa varıncaya kadar devletin en yüksek memurları yetişirdi.” ( PAKALIN, M. Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü: Cilt. 1 İstanbul, 1993 s.56 ) B.T.