Ekonomik bağımsızlık, IMF ve şu bizim hazin hikayemiz
Okul kitaplarında Osmanlı İmparatorluğu'nun yabancıların ticari kontrolüne açılmasının tarihi, Kanuni zamanında kapitülasyonların kabulüne kadar götürülür. O zamanlar devlet gücünün zirvesinde olduğuna göre, böyle bir zaaf göstermesi çok da anlaşılamaz. Oysa önce Fransa'ya verilen daha sonra başka Batılı devletlerin de faydalandığı kapitülasyonlar karşılıklılık esası içermektedir. Yabancıların bu topraklarda yararlanacakları ayrıcalıklardan, Osmanlı tüccarları da muhataplarımızın ülkelerinde faydalanabileceklerdir.
Gerçek anlamda iktisadi bağımlılık olarak tanımlanabilecek bir durum daha çok on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında karşımıza çıkacaktır. Kırım Savaşı’nın yarattığı finansman ihtiyacını karşılamak için Avrupa’dan borçlanmaya başlayan devlet, bu alışkanlığını bir yirmi yıl kadar daha, mali açıdan duvara toslayana kadar sürdürmüştür. Kırım Savaşı, Osmanlı’nın bilhassa İngiltere ve Fransa ile ilişkilerinin bahar havasına girmesine yol açmış, Batı’daki ucuz sermaye önce askeri ihtiyaçların karşılanması daha sonra da saray inşaatları gibi bir dizi diğer harcama amacıyla memlekete buyur edilmiştir. Bütün finansal balonlarda olduğu gibi ilk aşamaları büyük bir iyimserlikle geçilen sürecin sürdürülemez olduğu zamanla ortaya çıkmıştır. Borç alınan paralar memleketin üretim kapasitesinin artırılmasında, sanayi tesislerinde, altyapıda değil de cari harcamaların finansmanında kullanıldığı için giderek köşeye sıkışan Maliye 1875’te topu atmış, borçları geri ödeyemez hale gelmiştir. 1881 tarihli Muharrem Kararnamesi’yle oluşturulan Duyun-u Umumiye aslında Osmanlı’dan geriye ekonomik bağımsızlık adına kalan ne varsa alacaklılara teslimi ve ekonominin idaresinin yabancılara bırakıldığı anlamına gelmektedir. Birkaç sene sonra kurulan Tütün Rejisi ise bu çöküşü bir adım daha ileri götürür sadece.
Genç Cumhuriyetin en büyük sorunlarından bir tanesi de Osmanlı’dan devraldığı bu bağımlılık durumunun sona erdirilmesi, kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomik yapının vücuda getirilmesidir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar giden süreçte bu doğrultuda adımlar atılsa da küresel sistemin dönüşümünün hızlanmasıyla zaman içerisinde Türkiye bir kez daha uluslararası sermayeye ihtiyaç duyacaktır.
Denize düşüp sarıldığımız yılan
Cumhuriyet’in iktisadi performansının da geç Osmanlı’dan çok farklı olduğunu söyleyemeyiz. Hızlı kalkınma arayışına giren Türkiye, Demokrat Parti dönemindeki coşkulu ama kısa bir sıçramadan sonra 1958’de moratoryum ilan etmek durumunda kalmış ve kendisini dönemin Duyunu Umumiye’si IMF’nin kucağında bulmuştur. Takip eden on yıllarda defalarca dış sermaye kullanılarak sürdürülemez büyüme patikalarına girilmiş ve yolun sonu hep IMF’ye ve onların reçetelerine çıkmıştır. Bugün birçok kişide alerjiye sebep olan IMF politikaları ülkeye düşman işgali ile dayatılıyor değildir neticede. Ayağını yorganına göre uzatamayan, yatırımlarını finanse edecek yeterli tasarrufu üretemeyen, hem teknolojiyi hem de sermayeyi yurt dışından ithal eden Türkiye, bunun sonunda ekonomik bağımsızlığını kaybetmek durumunda kalmaktadır. Parayı veren düdüğü çalar özdeyişi uyarınca, sonunda ekonomiyi bataktan çıkaracak parayı koyanlar, onun nasıl harcanacağını da söylemektedir doğal olarak.
Son olarak 2001 yılında karşılaştığımız büyük ekonomik çöküş, uzun soluklu bir IMF programı uygulamamızla sonuçlanmış, iktidarını o günkü krize borçlu olan AK Parti de uzunca bir süre bu programı sadakatle takip etmiştir. Buna rağmen zaman içerisinde ekonominin toparlanması ve bunun sağladığı özgüven, iktidarın daha milliyetçi bir söyleme savrulması bugün için benzer bir süreçle karşılaşmamız ihtimalini düşürmektedir. Nitekim en yetkili ağız Cumhurbaşkanı Erdoğan ve diğer iktidar temsilcileri yeni bir IMF anlaşmasının söz konusu olmadığını defalarca zikretmiştir.
Türkiye’nin kimseye ihtiyaç duymadan kendi ayakları üzerinde durması tabii ki arzulanan durum olacaktır. Ancak bunu sağlamak için zenginliği rantla değil üretkenliğimizi artırarak sağlamamız, kaynaklarımızı boş projelere değil insan kaynaklarımızı ve alt yapımızı geliştirecek alanlara yöneltmemiz, işimizi de hamasetle değil akılcılıkla yapmamız gerekir. Yoksa ne dersek diyelim günün sonunda yeni bir Muharrem Kararnamesi kaçınılmaz hale gelir.